27 Kasım 2010 Cumartesi

kafan ne kadar güzelse o kadar güzel adabazar

kendimle yaptığım yoğun müzakerelerin sonunda 1 lt şarabın bana yetmeyeceğine karar verince 2 bira daha almak için evden çıkıp en yakın tekel bayii ye doğru yola koyuldum. uzaktan gördüğüm kadarıyla tekel bayii kapalıydı. aman allahım bu gecenin kötü sonu bu muydu yoksa gece daha yeni mi başlıyordu? vazgeçmek yok raki dedim kendime ve devam ettim.

tam ben tekel bayii nin önüne geldiğimde yandaki ara sokaktan iki tane kafası güzel bilge beliriverdi gecenin karanlığı içerisinden.

-selamın aleykum abi, sigaranız var mı acaba?

abiler 2 kişiydi. ikisinin de kafası samanyolu galaksisine nazire yaparcasına sonsuzluğa ulaşmıştı. biraz daha ayık olan abi:

-al abicim benden sana 3 sigara istediğin gibi iç
-eyvallah abi allah razı olsun

dememe kalmadan 2. abimiz sigara vereceği kişiyi kısa bir mülakata sokmak gerekliliğini hissetti ki kendisinde ensemi okşayarak ardı arkasına sorular sordu bana. ben de bir kedi mayışmışlığıyla cevap verdim ulu bilgeye:

-kardeş sen öğrenci misin?
-evet abi 6 senedir kurtulamadım bu memleketten
-kardeş sen adapazarının suyunu içtin mi?
-içtim abi
-adapazarının nefesini çektin mi?
-çektim abi
-adapazarının kokusunu aldın mu?
-aldım abi
-sen de adapazarlısın o zaman kardeşim al sana benden 2 sigara, nasıl istersen öyle iç

artık bana söylenebilecek tek bir söz kalmıştı. 'kafan ne kadar güzelse o kadar güzel adabazar' gerisi hikaye kardeşş

24 Kasım 2010 Çarşamba

mutluluğa güzelleme

bir müziği içinizde hissetmek nasıl bir şeydir bilir misiniz a dostlar? bilirsiniz elbet, benimkisi de soru mu canım. hani duyduğunuz her notanın; tüm yüreğinizi, tüm ciğerinizi ele geçirdikten sonra bütün hücrelerinize yayılması gibi bir şey benim anlattığım. bu adrenalin patlamasının
size sanki içinizde sadece bir organ varmış gibi hissettirmesinden bahsediyorum. o notolar en yüksek desibelde olmasa da göğüs kafesinizi en yüksek frekanstan titretir diyorum. anlamıyor musunuz beni?

hani sizi yerden yere vurabildiği gibi ayağa da kaldırabilen bir şey dediğim, bilirsiniz işte, benim gibi dansetmesini bilmeyenler için anlamsız hareketler bütünü olabilir ama yapabilenlerin dans dediği o şeye itekleyebilen bir şey bu.

hareket...

başlangıçta eylem vardı, hala sadece o var.

anlıyorsunuz, anlıyorsunuz. aslında anlamanız da gerekmez çünkü gerçek sürekli değişen bir olgudur. hissetmeyi denersiniz belki. hisler değişmez. değişir mi? bilmiyorum. çok da önemsemiyorum açıkçası. ruh değişmez en azından onu biliyorum. asla değişmeyecek olan bir tek şeye sahibiz hepimiz çünkü.

nazım hikmet abidin dinodan mutluluğun resmini yapmasını istemiş ya hani. küba devriminden bahsetmeden yap ama yapacaksan demiş. işin kolayına kaçma diye de tembihlemiş. mutluluğun resminin yapılamayacağını bildiği halde neden böyle bir şey istemiş diye düşüneniniz olmadı mı hiç? olmuştur illaki ama düşünmeyenler yerine ben düşündüm, yorulmalarına gerek yok... mutlu bir resmi ancak ve ancak mutlu bir ressam yapabilir çünkü. ama yine de aslından iyi olamaz. 'mutluluk oradaydı, başka yerde değildi abidin kardeş' demiş içinden sanki. 'oradaki mutluluğa ulaşamazsın. işte bu yüzden gerçek olan duygudur, sanat değil'

sazını çalan bir aşığın mutluluğunu anlatmaya hiç bir türkünün gücü yetmez

belki de bu yüzden değişmeyecek tek organımız; gönlümüz, yüreğimiz, kalbimiz sol taraftadır

22 Ekim 2010 Cuma

öyleydik böyleydik

daha güzel bir ninni yoktu yağmurun sesinden
ve ruhumu daha çok ısıtacak bir yorgan, ruhundan
tüm gelememelerimden ve tüm es geçişlerimden
çok daha önce bir şey vardı bizde, çok daha öncelerden

kırmızı saçlı kızlar koşardı bayram yerlerine
biz hep yıldızları saklardık ceplerimizde
hilaller görününce şafak vakti mağrur
en cimrimiz bile sevinirdi gülerdi be

sahi ya ruh neydi? aşk neydi? sevda neydi?

hiç değmiş miydi bize kırılganlığı tutkunun?
belki başka yolların yolcusuyduk ama bebeğim
biliyorum aynı yürekte iki zıt kutuptuk
iki ayrı bileşkesiydik çok farklı iki utkunun

7 Ekim 2010 Perşembe

kaçıncı yeni?

üşüyorum içimden anlatamam
susmuşum içmeden ısıtamam

12 Eylül 2010 Pazar

ELBET BİR GÜN!..

EVET!.. ey karanlığın bağrından kopup bir yerlere gelme çabasında olan vatanım, keskin kokulu, ucu bucağı olmayan dipsiz kuyulara doğru kaba kuvvetle ittiriliyorsun. müstahak sana ey bu eşsiz vatanın alelade halkı müstahak. okumadıkça, cahillikte ısrar ettikçe daha orana burana neler gelecek. EVET sen boynu bükük, çalışmaktan yorgun er kişi eğer bu olaylar silsilesine dur demeyip, usanmış bir şekilde miskin miskin bakarsan, beterin beterinin nasıl somut bir şekilde yaşatılacağına bizzat şahit olacaksın. uğruna yüz binlerce can verilen bu eşsiz topraklar, bu şanlı vatan... sen çok badireler atlattın ey TÜRKİYE, biliyorum ki senin dimdik duruşunu zedeleyebilecek hiçbir güç yok. peşkeş çekilmeye çalışılsan da, satılığa çıkartılsan da, elin kolun bağlansa da sen uyanır ve şamarını yine patlatırsın o riyakar suratlara. ey TÜRKİYE yırtacaksın o üzerine sarmalanmış olan simsiyah kara çarşafı, kefeni, atacaksın üzerine serpilmiş olan ölü toprağını ve yine merhaba diyeceksin o eşsiz dağlarının yamaçlarına vurmuş olan güneş ışığına!.. elbet bir gün dur diyeceksin bu yolsuzluğu bu içten pazarlığa elbet bir gün "HAYIR" diyeceskin!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

kaybedenin özgeçmişiyle yüzleşmesi

çok şarkılı platonik bir zincirin halkaları gibiyse ayaklarının altında yıllar ve sen yokuş aşağı gidiyosan bisiklet kullanmaya başladığın çocukluk yaşlarından beri, göz yaşlarının kaynağı sadece düşüş hızındır canım kardeşim.

' bu kalp durmadan geçer mi bu kalp ağrısı? ' diye soruyorsan ve bir fotoğrafın bile yettiğini düşünüyorsan ritminin iki katına çıkmasına, ' onu karşımda gördüğümde onun ellerinden gelmeyen hangi masaj döndürebilir ki beni hayata? ' diye merak içindeysen üstüne üstlük bir de, her kadını ona benzetmenin de ölümün habercisi kalp krizleri olduğunu bilmen gerekirdi. bluesdan başka bir şey gelmiyorsa aklına, doğal olarak sorarsın ' gözlerinin mavisi sahteydi, yüreğimin mavisi gerçek mi? ' diye

bol küfürlü bir kambur gibi duruyorsa sırtında yıllar, uzun zamandan beri aynı küfür çıkıyorsa ağzından çocuğum, artık dik durmayı öğrenmenin zamanı gelmiş demektir.

gerçeği daha çabuk kabullensin diye gidiş ve dönüş biletlerini tam kalbinin üzerindeki cebine koymuştun montunun. sonra aylar geçti, mevsimler değişti. iki gün önce montunu tekrar giydiğinde farkettin o iki bileti. aslında sıcaktan terliyor olmana rağmen hatta üstünde bir de mont olmasına rağmen hala üşüdüğünü farkettin.

o iki bilet dünyanın en farklı iki şeyiydi çünkü artık; otobüs ve tren.

sonra o geldi, sevdi seni. sen sana yapılandan daha kötüsünü yaptın ona, kırdın onu da. zaten yaptığın en iyi işti kırmak, üstelik parçaları toplamadan bırakmak. üzgündün belki ama tek yapmak istediğin eğlenmek ve eğlendirmekti sanırım, ' adeletsizlik bu dünyanın itici gücüdür ' diyenlerdendin belki de artık.
aslında problemini biliyordun sen de, edebiyatı yanlış oğrenmiştin. üçüncü çoğul kişiydi her 'o' artık.

uzunca bir süre böyle gideceğini düşünüyorsun ama belli olmaz belki uzunca boylu bir hatun girer hayatına, sen de dik durmaya çalışırsın yanında yılların kamburluğunu atmak için. belki de kısa boylu olur ama vurur sırtına 'dik dur' diye. tabi 'köpeğin duası kabul olsa kemik yağar' diyenler de çıkacaktır mutlaka ama kemikten ziyade hafif bi balık eti daha iyidir; rakıyla iyi gider.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

cigarto

ölümlerdir sigaraya başlamanın komik bahanesi
yakılan ilk sigaradır aslında kırılan kalemin o rahatsız edici sesi

1 Ağustos 2010 Pazar

Physics

fizik sınavı öncesi, hoş bir şekilde ruhu okşayan meltemin dalda zar zor tutunan eriği bireyin kafasına düşmermesinin ardından anlık yaşantı;
"Ne şimdi eureka eureka diyerekten koşmam mı gerekiyor?"
ah be koçum sen sınavdan 4 almayı bile hak etmiyorsun ama gel gör ki 40 üstünden 35 i çakacaksın.

ayrılıp barışmaca... eklemeden geçemeyeceğim demet akalın ve önder bekensir ikilisi... magazin programları ve webden gördüğüm kadarıyla önder tık tık yaptırıyormuş. tamam anladık medyatik olmak hoşlarına gitti ama yeter ulan. demet bebek kakası tadında ki o çirkin suratla ibrahimi ahk etmiyordun. topiş önderle mutluluklar.

pink floyd is the best...

tatilin heyecanı genelde tatilden çok daha geçerli bir olgu.

V-pills çok gereksiz "a-dostlar". sıkıntılı, dar ortam uzuvları her zaman ortama ayak uydurmuştur. nasıl ki küçük ayakkabı giyilemiyorsa, penise de dar alanda kısa paslaşmalar yaptırmak anlamsız. slip devri kapandı kardeşler. saldım çayıra mevlam kayıra demeli ve T periodu ile salınıma bırakmalı. (bkz: zenci ayağı)
(bkz: zenci uzantısı)

baylar bayanlar kaydıraktan kayarak osuranlar.

vedat abi(özdemiroğlu) alem buysa kartal sensin.

yazımın +18 hal alması pek normal yaz ayları, bikinili kızlar ve bol miktarda testesteron.

sex yapmak nirvanaya yakınlaşmak olarak görülse de bu çok yanlış bir kanıdır. sex ancak ve ancak (<=> anlayana) aşkla birleştiği an nirvana anlamına yakınsar. aşk yoksa amaç birikmiş miktarda spermi bünyeden uzaklaştırmak maksatlı. hey sen kandırıkçı pezevenk, ben kendime aşığım ve kişisel bir sex anlayışım var yalanı ile kırma kendi kendini. sexde hiç bir zaman "FİZİK" de ki sağ el kuralının yeri yoktur. o sex değil, masturbating sıpa.

lady gaga neyin peşindesin. alihan abimin ilgi alanına giremezsin, kakalachisine bile layık olamazsın.

öğrenci evinde klimaya göre gerçekten birşey yok. cıbıl cıbıl dolaşıp karşı dairede genç çocuk var mı yok mu düşünmeden takılıyorsunuz. yazık değil mi?

bizim oğlanlar akıllarını kullandılar ve sugaboyz oldular. parayı hak ettiler mi performansları göstericek, ama şurası aşikar akıllı çocuklar bizim oğlanlar. arkanızdayız. safiye soyman ile irtibattayım biliyorsunuz artık ben de o camiaya aitim. dükkanın reklamı olsun diye striptriz yapacak. işte metal bir boru lazım olmadı ahmet abi canlı kanlı bir boru temin eder!

özgürlük o kadar da abartılası bir olgu değil be küçük dostum. tek başına hiçbirşeysin bu koca dünyada. anlamsız bir dildo dahi seni kolaylıkla boynunu büktürebilir. boxer arasından özgürlüğe merhaba demek için süzülüyorsun ama yakışmıyor.

"sultan süleymana kalmamış bu dünya"

yanaklarınızdan mıncırır, gözlerinizden koklarım. muah

1 Temmuz 2010 Perşembe

21 Haziran 2010 Pazartesi

gavur kukusu

yazın geldiğinin en büyük belirtisi, üzerinize afiyet, götlerde belli oranda bir terleme artışı ile vuku bulan o iğrenç nemli görüntüdür. bundan seneler önce pörçle yine bir yaz günü götümüz terlediğinde gidip anıtta gölge ve serin bir yer bulalım da oturalım demiştik. evrimin kayıp halkası burçak, 'neden geldiniz' diye sorduğunda pörç de haklı olarak 'götümüz terledi' diye cevap vermişti. o günden bugüne gelene kadar çok ter damlacıkları aktı bu köprünün altından azizim.

memlekete yaz geldiğinde genelde çoğu şeyde bir kısalma gözlemlenebilir. etek boylarındaki kısalma sokaktaki köpekbalığı oranını bariz bir şekilde arttırır. beş milyonluk raybanlar takılır ve apaçi olimpiyatlarından 'sığ sularda yüzme' dalında altın madalya hedefleyen binlerce shark üremek için memleketin dört bür yanına çoşku ile dağılır. üremek için beachleri tercih eden ve güneş gözlüğü takmayan sharkların gözlerinde anavatanlarında olmanın ve bu kutsal ayini gerçekleştiriyor olmanın mutluluğu kolaylıkla okunabilir.

yaz gelince geceler de kısalır, sevişecek arkadaşları uyaralım. acele et hafız, tam saha pres.

herkesin hayatının bir soundtrack i varsa eğer, çagonun romantik komedisinin soundtrackinin de ilk parçası erdoyla düet yaptığımız 'beyaz gül kırmızı gül güller arasından gelır' diye başlayıp 'yarim giymiş beyaz az'iye, cum'a nama'zından gelır' diye devam eden o efsane türküdür.

hey sen, 'yaz geldi ama yanlarım hala duruyor mu diyorsun?' artık bunları dert etme çünkü fırsat ayağına geldi. yan karın kaslarını çalıştırmanın en iyi yolu öğle yemeğinde 2 tabak kuru fasulye, akşam yemeğinde de 2 tabak pilakiyle 1 büyük rakı içmektir. sakın bu yaptığından utanma, hepimiz insanız, hepimiz osururken popolarımızın sağ veya sol lobunu belli bir açıyla yukarı doğru kaldırırız. durma devam et eriticeksin yanlarını.

tıp dilinde 'testis sarkması' diye tabir edilen kronik dede hastalığının yaz gelince yaş farkı gözetmeksizin her erkeğin başına geldiğini de hatırlatmak isterim. kanal d de yayınlanan doktorum programında bu konunun incelenmesi gerekli. devir pudra kartellerine karşı dayanışma günüdür arkadaşlar.

aşırı sıcaklar insanlarda belli miktarda beyin buharlaşmasına da sebep oluyor. geçen hafta trenle istanbuldan sakarya gelirken arifiye istasyonunda bir abi bindi ve tam karşıma oturdu. önümdeki masada gazeteler vardı. 'gazeteler sizin mi acaba?' dedi, ' buyur abi okuyabilirsin' dedim. 'bakalım kaç kişiyi öldürmüşler, yaparlar bu millet' dedi, sonra da hiç alakasız bi fotoğrafa bakıp güldü ve gazeteyi masaya geri bıraktı. 'velkam tudı cangıl' dedim içimden. seviyorum sakaryayı vesselam.

kafanın güzel olacağının ilk işareti, 'kafan nasıl?' sorusuna verilen 'bi ince çıtır' cevabıdır. boş geçmez tayfada kim bu cümleyi kurarsa kafası güzel olur.

yalova kamplarda denize sıfır bir mangal keyfimiz var ki hiç sormayın. geleneksele doğru gider bu sıcak yaz günlerinde. sonuçta layf iz bitiful in yalova yani, kim ne diyebilir ki?

tayfanın her yaz tekrar eden başka bir gelenekseli daha vardır, o da bir türlü gerçekleşemeyen tatil planlarıdır. neyse önümüzdeki maçlara bakalım, bu yaz güney komple bizde, rahat ol hafızz.

türk dilini ve argosunu çok seviyorum ama 'çok sıcak' demek yerine neden ' gavur amcığı gibi yanıyo' demeyi tercih ederiz bir türlü anlamam. sonuçta hepimiz köpekbalığıyız bir yerde.

15 Haziran 2010 Salı

Soyunmadan Sevişelim Reca Ediyorum

Sen varya sen insan suretinde hayvansın. evet sen boş sözlerin, boş gözlerle birleştiği bir birey, belki bir bile değil yarım. yok lan şaka gandırık yaptım sana. sadece at gibisin, seni görünce kişniyesim geliyor.

yalovada ayrıcalıktır "götümsüden" alışveriş etmek. gece bilmem kaçlara kadar açık olmanın, ayrıcalığını alkolik harekete yön vererek destekliyor. bu adam az biraz götümsü yahu. tayfadan anonimdir, ya da ben bilmirem, gidebilmirem.

türk insanı vanayı sever. nerde bi vana görse ve etrafta insan yoksa o vanayı çevirir, düşünmeden sonucunu. açıkta bir uç varsa, o uçtan petrol fışkıracakmışçasına heyecanlı, en az bir embesil kadar iştahlıdır o sırada. bugüne dek yüzlerce suçsuz insan hayatını yitirdi bu anlamsız davranış silsilesi ardından. bir de kendi başını yiyenler var. no problemo diyor ve geçiyoruz. doğal seleksiyon her zaman gerekli.

kırmanistan veya kürdistanın başkenti neresi olsun tartışması son buldu: "darıca hayvanat bahçesi". evrim teorisini kanıta sürükleme ihtimali yüksek bir halk yapısına sahip bu ülkenin ana dili koklaşmak olarak seçilmeli.

"aynen" kelimesini TDK lugattan atmalı. "aynen yaa" dediğinizi duyar gibiyim. kes artık şu salak kelimeyi kullanmayı(dinime söven, şamanist olsa). dialoğun oluştuğu ortamı düşünerek oku ama içinden;

- kanka bu sınav patlar haberin olsun.
- aynen amk yaaaa.
...
- karı tay gibi.
- aynen lan.
...
- kanka ufaktan çözsek mi bişeler?
- aynen moruk inceden kovalayalım, düşer belki 3-5 bişe.
- aynen aynen!
- aynen!
...
- dürümde kakamtrak bir tad var.
- aynen. o.ç 7den çaktı bi de.
- aynen ibnetor yaa.
...
- bıdı,vıdı,dıdı
- aynen hafız

bi de kürt 'aynen'i var "hee vallahhh".

güney afrika milli takımının ilk 11'i komple shark. adamlar taksimde etrafa yırtıcı gözlerle bakan köpek balıklarını andırdılar bana. bu arada extra information zenci kakası beyaz oluyormuş. kedi köpek misali.

tam şimdi mutluluğun anahtarını veriyorum sana. göz kapaklarını koli bandıyla yapıştır, burnuna uzun ve ince birşeyler sok, serçe parmakların örs çekiç üzengi üzerine gelinceye kadar kulağına sok. avazın çıktığı kadar bağırmaya çaba göster ama ses tellerini harekete geçirmeden. 15 dakikalığına fani dünyayala arandaki bağı kopar ve nurani yaratıklarla sohbete dal. belki benle bile karşılaşabilirsin uslu bir velet-i zina olursan.

yaşının vermiş olduğu heycanı müziğe yansıtıp, kendine uranyumdan setler çeken bıdık; bil ki dinlenilmeyi bekleyen milyonlarca eşsiz parça var bu dünyada, saplanıp kalma herhangi bir yere. klasik müzik zamanı, right now.

pipi ile pipe arasında bir benzerlik var gibim?

kalçaların çok geniş diye üzülen genç kız, haberin olsun senin de alıcın var. hey koca göt çocuk şu geniş kalçalı kız seni kesio. göbeğini değidirebileceğin bir bel boşluğu belki de kim bilir.

yazın yüzüyorum, yaz sonunda yüzücü vücuduna sahip olacağım. üçgen vücudumun açılarını hesaplamak isteyenler olabilir irtibat numarası bırakıcam.

ben bir cezveyim aysel gürelin delisiyim. mıncırdım yanaklarınızdan. hade bakalaım gıdılarınızı okşaya okşaya kapatın bu sayfayı.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

ZikZak zZzZz

sık sık yaparım ben bunu, alabildiğine uzanan şehirler arası bir otobanda güneşin anlında ıssız bir şekilde ters şeritte yürürüm. işlek olmamasına özen gösteririm, adrenalin duygusundan pek bir uzak görünse de karşına çıkaracağı şeylerin sıradışı olması pek bir olağan. ufuk çizgisinin buharlaştığı bir gün yine ayaklarımı eritmeye çabalayan asfalt üzerinde ıslık çalarak devam ediyordum. bir kelebek kondu omzuma, rengarenk kanatlarının içinde mistik bir hava vardı. gözleri gece mavisi, ufak ama keskin bir ışık içinde... kainat rutin hareketini bir anda duraklattı ve o kelebek eşsiz sesiyle kulağıma birşeyler fısıldadı; "benimle gel". herşey bir anda o kadar soft bir hal aldı ki beynimi kurcalayan o ufak kurtlar kendilerini dışarı attılar. herşey şimdi daha bi parlak gökyüzü ise sarımtrak bir moda bürünmüştü, yerküre alabildiğine oynak hareketler içerisinde bana gülümsüyordu. yaşadığım şeylerin gerçek olması veya olmaması beni hiç enterese etmiyor peşine takıldığım kelebeğin hızına ulaşmaya çalışıyordum. "sadece dile"... bi anda kayboldu. şimdi tektim ve herşey stabildi. korkmuyor önüme bakmadan koşuyordum amaçsızca. önüme çıkan her küçük şeyin aslında kendi iç dünyamda yaratmış olduğum karakter ve nesneler ile aşırı derece de benzerlik göstermesi şaşırtıyor ama aptalca bi haz bırakıyordu damağımda. hiç ummadık bi anda bi ışık hüzmesi belirdi, ufaktı fakat albenisi yüksekti. düşünmeden attım kendimi içine, uçsuz bucaksızdı. sesler duyuyordum, yüksek desibele sahip tiz sesler... adeta beynimi ve bedenime hükmeden anlamsız sesler. bedenimin çekirdeğini oluşturan nokta tüm bedenimi kendine çekiyor giderek noktasal bir hal alıyordum. kapladığım hacmin küçülmesi beni aynı zamanda hafifletiyor ve girdiğim girdabın tadını daha lezzetli bir hale çekiyordu. zifiri karanlık içinde belirsiz cisimler seçiyordum, dişleri ve burunları altından. "huzur" diye bağırmaya çabaladığım sırada ses çıkartamadığımı anladım. üzerime çöken bir karaabsan değildi, çözmem pek zor değildi bu durumu. aynı kelebek ile yine karşı karşıyaydım fakat bu sefer ben onun farklı bir alfabeyle hat sanatı icra edilmiş kanadındaydım. gözleri faltaşı gibi açılmıştı, yüzünden ise ne kadar büyük bir korku ve endişeyle bu anı beklediğini belli eden bir imaj rahatça seçilebiliyordu. içleri ısıtan bir gülümsemeyle döndü ve "welcome to nice trip" dedi.

18 Mayıs 2010 Salı

Hoş Az Biraz Nahoş

loş odayı aydınlatan sönmek üzere olan bir mum ve arkaplanda deep purple ezgileri... yıllar öncesinden kalma bir tütsü çıkarılmış ve odanın ahnekini daha bir hoş hale getirmesi için yakılıp, pencere önüne konmuştu. hava rüzgarlı, bahçede ki palmiyeler ise pek bir cilveliydi. çam ağaçlarına adeta nazire yapıyor, seksi bir sarışın edasıyla bir sağa bir sola kıvırıyordu. gecenin rengi melankolik tavıra yatkınlaştıkça, direnci kırılıyor ve günlerin getirdiği uykusuzluğu karabiber koklayarak gidermeye çalışıyordu. uyumak istememeyişinin herhangi bi amacı yoktu. amaçsızlaştırılma çalışmaları sırasında kendi üstüne düşen görevi başarıyla yerine getirmiş ve spontane yaşıyorum ben kisvesi altında çok da başarılı bir şekilde kandırmıştı kendisini. aforoz etmişti kendini, tanrısı olduğu dinden. yolunu kaybeden yolcu misali boş ve inançsız bakışlar ile tam karşısında bulunan tuvalet kağıdına bakakaldı, burun deliklerinde iki kalem mevcuttu tam bu sırada. birer parça alıp kulaklarına sokuşturdu. can sıkıntısından değil, beyin fonksiyonlarının gerçekten yerle bir olduğunu kanıtlamak maksadıyla yapıyordu bunları. yan odada uykusunun derinliklerinde surf yapan "madırikoya" bu görüntüsüyle ce eeehhh şeklinde bi süpriz yapsa yılın mallık organizeleri yarışması mansiyon ödülüne layık görüleceğinin bilincinde ve farkındaydı. paspal bir görünüşü vardı, üzerine giydiği tshirt bir paçavra sayılabilirdi. kanda ki nikotin miktarının azaldığını düşünerek yine o psikolojik yenilgiye boyun eğdi ve ciğerlere zehir basmak üzere balkonun yolunu tuttu. kuvvetli meltem içilen sigaradan alınan hazzı minumuma çekerken bir yıldız daha kaydı uzun bir aradan sonra. içinden fatiha okudu kirlenmiş ruhlar için. sigaranın dibi gelmiş ve iki öküze bedel bu kısmın tadını hızlı aldığı iki nefesle çıkartıp, "peace anam babam" diye bağırdı boşluğa.

11 Mayıs 2010 Salı

baykal' ın yerinde olmak

hükümet açılımın ne demek olduğunu anlatamayınca 'açılım' ı anlatma zorunluluğunu kendisine görev edinmiş olacak ki baykal, geçenlerde internete düşen video çalışmasıyla uygulamalı olarak tüm türkiye' ye gösterdi. :) ya da şöyle bakabiliriz bu hazin olaya; 'açılıma karşı çıkarsın haa, al sana açılım' diyen bir grubun işidir, bu bir komplodur. evet zaten olaylara farklı açıdan bakmak bu yüzden güzel, bu yüzden keyif almıyor musunuz demokrasiden? o zaman herkes şapkasını önüne alsın ve ne kadar demokrat olduğunu göstersin.

baykal bugün yaptığı açıklamayla dakka bir yiyeceğim gol bir dercesine uygulayacağı siyasetin ipucunu verdi. bir savaş açmış ve klasik ' düşmanınında hedef küçült ve müttefiklerinin sayısını arttır' diye özetlenebilecek stratejiyi uygulamaya karar vermiş. 'fetullah gülen in bu işle alakası yoktur' anlamına gelen, açıklamaya sıkıştırılmış cümleler bunun işareti. ama yerler mi bunu? bence yemezler. eğer rakibinde bölünmeye sebep olmak gibi bir niyetin varsa, yanlış tarafı müttefik seçiyorsun bence, çünkü asıl kıpırdanma gülen cemaatinin ak parti içinde fazla güçlü duruma gelmesinden rahatsız olan diğer cemaatlerde. eğer kafanda 3 5 sene sonrasının planı yoksa neden istifa ederken göz kırpıyorsun bir kitleye? eğer geri dönmeyeceksen siyasete, neden yaparsın bunu? ayrıca gülen cemaatinin bu işle alakası olmadığının bilgisi/belgesi sende var, tamam onu anladık da hükümetin alakası olduğunun bilgisi/belgesi sende nasıl var onu anlamadık. istihbarat kanallarında kimler var? yıllardır şikayet ettiğin kadrolaşma yok mu? f tipi örgüt denilen şeyin ak partiyi satacağını mı düşünüyorsun? bence yanılıyorsun, cephe de burdan bölünmez, hedef de burdan küçültülmez.

pörç kardeşimin siyasi analizine göre 'bu allah' ın chp'ye bir lütfu, chp %45 i bile görebilir' ben de bu analize katılıyorum. ama deniz baykal nasıl bir siyaset izler orasını bilemeyiz tabi ki. şu an görünen, önümüzdeki kongrede karşısına aday çıkmayacağı ve delegelerin imza toplayıp onu tekrar başkan yapacağı. o zaman geri döner mi bilmiyorum ama bir gün tekrar geri dönmenin planını yaptığından eminim. umarım yanılırım ama geri dönmeyecek olsa neden gülen cemaatine göz kırpsın ki? şu şartlar altında şunu biliyorum ki baykal'ın siyasi hayatı gerçekten bitmiştir. artık devam etmesinin anlamı yoktur. tamam balık hafızalı bir milletiz ama böyle konularda bir şeyleri unutmamız için en kötü tahminle 'biraz uzun bir zamana' ihtiyaç duyarız ki senin ömrün yeter mi gerçekten bilmiyorum. bu sakın yanlış anlaşılmasın, ölmesini isteyeceğimiz kimse yok ama bir siyasetçinin bu şekilde bir olayla çizdirdiği karizmayı türkiye'de bile düzeltebilmesi için en az 10 15 seneye ihtiyacı vardır ve zaten büyük ihtimal kalbi de dayanmaz bu derece tansiyonu yüksek bir mücadele sürecine.

hayır bir de olayın şöyle bir boyutu var sen deniz baykalsın, daha iyisi olurdu yani; gücün var, paran var. belden aşağı vurmuyorum ama siyasete devam etmek gibi bir niyetin varsa seviyorum nesrin nesrin hanımı de, böylece biz de olayın bir gönül işi olduğunu bilelim ve ortada bir 'milletvekili yapma' olayı yoktur, çıkar yoktur, görevi kötüye kullanmak yoktur diyebilelim. siyasi takvimin çok yoğun olduğu önümüzdeki günleri düşünerek, kaybedilecek bir günün bile zararının büyük olacağanı anlayan bir siyasi heralde yalan derdi, montaj bu derdi. yalanlama olmadığına göre olayı gerçek kabul edebiliriz. ama cem yılmaz da akıllara gelmiyor değil be usta.

baykal' a nacizane önerim bu saatten sonra şudur; geri dönme. çünkü sen varsın diye chp' ye oy verenlerin sana gerçekten dürüst ve namuslu olduğun için oy veriyor olması, yerine geçecek olanlara da dürüst ve namuslu oldukları için oy vermeyeceği anlamına gelmiyor. ama geri dönersen 'sana' oy verenlerden büyük bir miktar kaybedeceksin. yerini gerçekten güven veren, genç, ilerici, yenilikçi, başka bir türkiye' nin varolabileceğini anlatan, umut veren birisine bırak. senin artık bu parti için yapacağın en büyük hizmet bu olur. 18 senedir kendi ellerinle oluşturduğun kadrolara güvenmiyor musun?

kimseye belden aşağı vurmuyorum fakat bunu yapmaya hakkım olduğunu da düşünüyorum. bu ülkenin gündemi bu mu olmalıdır? siyaset bu mudur? iki taraf için de söylüyorum, cidden rekabet bu mudur? halkınıza, gençlerinize, çocuklarınıza izlettiğiniz hacivat karagözün finali bu mudur? hakkım yok mu ahlaksız olmaya benim şimdi?

aslında bu olaylar olmadan çok daha önce, kimse beni buna zorlamamışken, üstelik chp ile hiç bir bağım olmadığı halde chp için çıkış yolu arıyordum. parti yönetiminde belli bir süreyi aşmış olanlardan ve parti üyelikleri belli bir süreyi aşmış olan türkiyedeki tüm üyelerden birer parti içi organ kurmak gibi bir planım vardı. yönetimdekilerden bir veteran takımı oluşturmak, onlara parti içinde siyasetten uzak, onurlu bir yer vermek, bu deneyimli adamları gençlerle buluşturmak ve partideki gençlere de dolayısıyla şu mesajı vermek vardı kafamda ' bir gün bir mustafa kemal olamazsınız belki ama her zaman el üstünde tutulan bir adam olursunuz chp içinde ' buna ek olarak bölgesel ihtiyar heyetleri gençlere her türlü deneyiminden bahsetsin, onlara siyaseti öğretsin diye düşünüyordum. bir parti sadece siyaset yapmaz ki, kültürel sportif, sosyal bir sürü organizasyon yapar ve asıl hizmet, asıl mücadele ordadır. insanı birebir kazanabilirseniz, bu maçı kazanırsınız.

sen gel sözümü dinle böyle bir projeyle partine hizmet etmeye devam et. ayrıca belden aşağı vurulmadan önceki son siyasi mücadeleni bir hatırla. ismet paşa'yı hitlere benzeten şahsa demokrasi için koltuktan vazgeçilebileceğini, bunun chp geleneğinde olduğunu, ismet paşa gibi senin de bunu yapabileceğini uygulamalı olarak göster. bunu yap ki son siyasi mücadeleni de kazanmış ol. çünkü öyle bir olay yaşadın ki gerçekten siyasi olarak kârlı çıkacağın yol kalmadı, bari partine kazandır ve beni başkan adayı göster. şşş hadi be 19 mayıs a yetiştirelim şu işi.

-hasstr. kamera olmasın bari :D

önümüzdeki günler gerçekten değişik olacak, bakalım baykal'ı ikna edebilecek miyim?

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Ben Bir Cezveyim

birçok badireler atlattık birçoğumuz. aşılması zor tepelerle karşılaştık kelebek ömrü misali kısacık yaşantımızda. kimileri pes dedi orta hakem finito diye haykırdı. yakışmaz usta bu insanoğluna. neler var hayatta yaşamamız için bize bahşedilmiş sayısız "güzellikler" silsilesi. işte bu durumun farkına varabilmemiz içindir popomuzdan şırıngayla kan alınmasının sebebi. bir kavramın güçlü ve cezb edici olabilmesi için zıttının karakteristiği pek bir önemlidir. işte bundan dolayıdır ki her anlamsız olayların içindeyim yeter ulan dediğiniz an getiriverin aklınıza güzel günler sizi bekliyor güneşli günler. az çaba biraz alınteri akıtın gelecektir. hey sen badire atlatmayan ensesi kalın unutma ki küçük şeylerde dahi yaşanan hazzı benim kadar asla bilemeyeceksin. evet evet şuan züğürt tesellisi yapıyorum. ayrıca umut fakirin ekmeği. hade bakalım.

hangi birimiz üniversite yaşamımız boyunca "9a ihale yok 10" deyip batmadık ki?

4 mevsimin tadına ayrı ayrı vardığın sürece sen bu dünyayla alakanı kesmemişsin demektir. ilkbaharın vermiş olduğu hazzı sonbahar asla vermeyecek. ama tam tersi de geçerli. eylülün melankolik kızı sana sesleniyorum, nisandan tad alamamış olmanın nedeni at gözlüğü takmış olman. at gibisin orası ayrı.

yağmurlu günler serisinin ardından her seferinde utkuyla nam-ı diyar doğukan ile istiklale çıktığımız zaman yapmış olduğumuz gözlemlemeler sayesinde ayaklarımız bizi zorla biryerlere götürüyor. müzik kararında, playlist sağlam az volume fazla o kadar, mekan mı kıvamında damsız masa yokken sapsız masa bol. alkol miktarı doğal olaraktan belli bir miktarın üzerinde seyretmeye başladığı anın devamında yaşanan kaynaşmalar, karmaşalar, verilen tokalar, alınan ateşlerin bini bir para. kimi annelere, babalara müteşekkir kalıyoruz, malzemeden hiç çalmamışlar.

evet şişkolar sözüm size. pis dombiller hangi ruh haliyle mini etek giymeye cürret edersiniz? genç yaşta uzun uğraşlar sonu yaratmış olduğunuz selülit tarlalarınızı kendinize saklayın. kaç civan delikanlıyı erkeklikten soğuttunuz o dekolte modelinizle.

insana, insanı, insanla anlatmak.

sonuna -can eklenen isimlerin gelecekte hiç bir şansı olmaması hatta lise çağlarında isim sahibinin, ismi koyan bireyin aile bireylerinin kulaklarını çınlatmasına bile neden olabiliyor. oğulcan... mafya ile girintili çıkıntılı olan adamın oğlunun ismine zoom yap. anne seda sayan orası da ayrı...

abartıldığı kadar beter bir hastalık değil şizofreni, kendimden biliyorum. hatta hastalık bile değil. doğal kafa mertebesinin üst noktasına verilen ad aslında. sessiz dialoglar ile daldan dala atlamak.

travesti sesinden daha berbat bir sese sahip olmak gerçekten güne 17-0 geride başlamanız anlamına geliyor. zaten ses yok, görüntü ise meçhul. sabahın köründe içilen mixe bakar mısın süt, bal, karabiber. iğrenç ötesi. tadı leş ama etkileri kısa sürede ortaya çıkıyor, en azından konuşabilcek konuma geliyorsunuz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

yirmilik dişler yirmili yaşlar

bardağıma su doldurmak için mutfağa gitmeye üşenip banyoya gittiğimi farkettiğimde kafamı kaldırıp aynadaki yansımla senkronize bir şekilde 'napıyorum lan ben?' diye kendi kendime sordum. verdiğim cevaba ağzım açık kalınca, bu mallığıma yakışır bi şekilde uzun uzun ağzımın içine bakakalmak zorundaymış gibi hissettim lan kendimi.

o zamana kadar yirmilik dişlerime hiç bu gözle bakmamıştım. 'ilkinin çıktığını hatırlıyordum da ikincisi hangi ara çıktı awwuğa hoye?' 'aha üçüncüsü de çıkacak lan kabarmış' 'kaşınma lan' 'kabarman kime geeeenççç?' gibi cümleleri arka arkaya söyleyince, aynadaki görüntümün benden başkası olmadığını, bunun da bir diyalog olmadığı farketmem çok uzun sürmedi tabi. ama bu monologda sizden saklanan bir cümle daha vardı. o da 'genç, gen, ge, g, tükendik be kardeş'

bizim tayfanın garip bir huyu vardır, istediği zaman dekoderli yayına geçebilir. bak bu hissiyatı ailesinde etnik bir köken olan, hatta etnik kökeninin aile içinde konuşulan türkçeden farklı bir de dili olan arkadaşlar daha iyi anlayacaktır. ortam istediği zaman şifreli yayına geçer, bişeyler konuşulur ama o dili bilmeyen kimse ne konuşulduğunu anlamaz. belki de sırf bu tayfasal gelenekten geldiğim için, ne zaman twitter hesabımı açsam ekrana demin aynaya baktığım gibi bakıyorum, ne yazsam bilemiyorum. her harfimin çok anlamlı olması gerekliymiş ama sanki anlatmam gerekenlerin çok boş ve anlamsız şeyler olması gerekiyormuş gibi geliyor bana. 'ulen yüzkırk karakterde ben sana ne anlatayım lavuk?' 'yüzkırk ı bile uzun uzun yazıyorum, sayılarla değil' 'burası benim çöplüğüm ulan istediğim kadar harf kullanırım' sonra bakıyorum, gene monolog gene monolog. ama '140' ta çok az ama be kardeşim :D

-geriiiiiiiii

erdo da heralde benimle aynı şeyleri yaşıyo olacak ki, iki üç ay önce bişey yazmış hala o duruyo 'tivitli' halde. yirmiye takmış kendini hala yirmilik dişlerle uğraşıyoruz diyor. aklımdan ışın hızıyla bir sürü düşünce geçiyor, ben de kafamın içinde bir trenin peşinden koşarcasına yakalamaya çalışıyorum onları. hani diyorum belki de yirmilik dişler insana yirmili yaşlarını nasıl kullanması gerektiği hakkında ipucu veriyordur. ilki çıktı mı anlayacaksın ki maraton başlıyor, uyanık ol. ikincisi çıktı mı hemen neler yaptın otuz yaşında bir adam olmak için gözden geçir. üçüncüsü çıkınca ak göt kara göt belli olur koçum, ne kadar kabul etmesen de yolun yarısını geçtin, kendini kaç yaşında görürsen gör. ve 'dadadadan' dördüncüsü çıktı mı, yaşının onlar basamağındaki üçü göstermesi için 'ahmet çakarla şansa bak' taki hosteslerden birisiyle anlaş. kim bilir belki de seninle ' geri dönüşü olmayan bir yola girmeye hazırdır' :D ama eminim hepimizin yanında 'babayı al' diyerek göstereceğimiz en az bir adet 'nah' vardır.

'ah benim vefakar yirmilik dişlerim biliyorum geç geldiğiniz yetmiyormuş gibi, erken de terkedeceksiniz beni. en erken, belki de tek terkeden.' içim ürperiyor, 'yapacaklarım var hala' diyorum. daha önce dişlerimin girinti ve çıkıntılarını bu denli yakından görmeyişim acaba buraların çok meşgul oluşundan mıydı? ama ben karnımın guruldaması evresini çoktan geçmiştim.

tükürük çoğu zaman imzanızdır. bunu kabul etmeyebilirsiniz ama tükürmek büyük sanattır. kimse yol ortasına tükürsün demiyoruz belki tamam ama tükürecek arkadaşlar için şehrin belli bölgelerinde tükürme merkezleri kurulabilir mesela. düşünsenize bi 'cafe de tükür' 'tükürelim abi de, personel sorun çıkarmaz di mi?' 'yok abicim sal gitsin'

diş macununu 'lavabo' ya :) tükürürken aklımdan geçenler tam anlamıyla bunlardı. treni yakalayabildim mi acaba?

hmmm, dışarda da yıllara bağlı olmak üzere baş göstermiş çeşitli değişiklikler göze çarpmıyor değil. saçlar; bir yandan dökülen, bir yandan beyazlayan saçlar. yedi yıldır dökülen ama son iki üç ayda beyazlayan saçlar. bazen kirli, bazen daha kirli, daha bazen en kirli sakallar. altı yıldır ortalarda görünmeyen iki adet elmacık kemiği. hep kendini gerilerde mevzilendiren iki adet göz, biraz yorgun, biraz yılgın. gözler saklandıkça yamukluğu ve heybeti daha da net ortaya çıkan bir adet burun. ve kulaklarımda iki üç sene öncesinden bir iç ses:

- musluğu kapat o çocuk

ağzımda bir türküyle kapıyı çarparak çıkınca ben de şöyle haykırdım:

-otuzuma ne kadar diş, ne kadar yaş, ne kadar iş, ne kadar aş, ne kadar eş, ne kadar aşk var uleeeynn. kapatmıyorum

neresini kesip de 'tivit'liyim arkadaş

18 Nisan 2010 Pazar

3 yıl olmuş dedi kardeş

cengiz kardeşim dedi ki demin;
'vay be kardeşim, 3 yıl olmuş, 3 koca yıl'
'sabahsız gecelerimde tükettiğim kahvenin
ve tükettiğim çiçeğin sayısını bilen varsa söylesin'
ben de ona dedim ki; 'cengizim'
'sen hayatının en güzel çiçeğini büyüttün'
'bilesin'

15 Nisan 2010 Perşembe

alternatif ebeveyn diyalogları vol.1

- baba kabız oldum
- iyi bok yedin eşşoğlueşşek
- bok?

- anne sıçamıyorum
- sıçan nasıl sıçıyo evladım?

- baba 3 kilo sıçtım
- daha iyisi olabilirdi evladım

- baba ishal olmuşum paçalardan akıyo
- sizde dar paça var oğlum bizim zamanımızda ispanyol paça vardı

- baba televizyon bozuldu galiba
- psikolojiktir yavrum

- baba kalbim acıyo
- temassızlık vardır koçum

- çok açık sözlüsün baba
- röntgenciliğe mi başladın ulan

- baba açsana bi feysbuk hesabı sen de
- festfut sağlıksız evladım yüksek kolesterol var

- babaanne eskiden bi kuzuyu tek başına yiyen adamlar varmış
- vardı ya oğlum eskiden korostol falan yoktu ki yeni çıkarttılar onu

- ananne deprem olacakmış
- çıplak çıplak geziyolar olur tabi

13 Nisan 2010 Salı

Defol Git Sürtük

haytın ne kadar çok renkten oluştuğunu anlayıp, o cümbüş içinde bir parça olmak için herhangi bir çevresel faktöre ihtiyaç olmadığını geç anlamış olmak can acıtıcı. kimi şeylere veya insanlara bağımlı olarak hayatını idame ettirmek zorunda olduğun hissiyatı içine girdiğin gün aslında o mecburiyetler karşısında dombaldığının farkına var ve dur de. hane gün gelir de içinde bir yerler sağlam bir şekilde titreşmeye başlar, bademciklerin karpuzcuk olur, yutkunmak istersin ama başaramazsın, maddi değeri ile ölçülebilecek bireylere yapmış olduğun onca zahmet aslında yersizmiş dediğin, gözyaşlarının bile tiksinerek içeriye çekildiği o günler(...) elbet ki gelecek demektir sen durumlar karşısında kabuğuna çekilip, bağladığın zaman kendini onlara. içsel dünyanın yaratmış olduğu karmaşayı yok etmek mi istiyorsun? bunun cevabını nah veririm sana. şaka bi yana bu karmaşaların hepsi somut kavramların soyut dünyamızda yaratmış olduğu yersiz sancılar aslında. ne kadar büyütürsen mevzuyu, ne kadar enine boyuna gerersen veya tam tersi ne kadar gömmeye çalışırsan ücra bir köşeye içinde o kadar yara alıp çıkıyorsun, uzun bir süreye yayıyorsun bu sancıları ama acısını azaltmadan. içsel dünyaya bir birey olarak inmeli ve orda ki karmaşanın nedenlerini bir dedektif gibi gözlemleyip, oluşturulan çözümlemeler ile gerçek hayata dönüp saptanmış olan kanserli hücreleri hassasiyetle çözüme ulaştırmalı. hayatınızın içinde en orta yere kaka yapmış her türlü problemi kökten yok etmenin temeli belki de bu. sonuç mu? 4 tabak "shroom" sote yemiş gibi çevreye olan ilgi ve alaka artar, renkler o denli lezzetlidir ki hepsinden birer parça tadmak istersen, kokulara duymuş olduğun özlemi giderirsin. kulağına kulaklığı takıp yürürkene kendini film kareleri içinde kaybolup gitmiş olarak hayal edersin... kısacası sana bahşedilmiş olan bu hayatın ne kadar değerli ve inanılmaz olduğunu ve her yaşadığın anın bir daha asla geri gelmeyeceğini düşünerek yaşamaya başlarsın. evet tam şimdi her kimse, neyse karşında, seni yersiz yere sancılara sokan "dur" de ona "tam olduğun yerde dur etrafın sarıldı nigga!"

12 Nisan 2010 Pazartesi

ruhunu nadasa bırakan adam

şarkıları birbirine ekleyek yaptığı trambolinle yeteri kadar yükselemeyen 'bişey adam' aynı duvara kaçıncı kez çarptığını hatırlayamayacak derecede şuurunu kaybettiğinde, beynindeki son glikoz zerresini kullanarak bir fikir üretmişti. bir normal yol vardı, bir de yolun sonunda bir kapı. o kapıyı denemeliydi artık.

kapı güzel bir icattı. tabiri caizse hücre zarındaki seçici geçirgenliğin kalın duvarlarda hayatını kaybetmiş haliydi. kapı, duvarda bir açık yaratması için tasarlandığı halde ismi kapamak kökünden türemişti. bu tezat en az seçici geçirgenliğin hayatını kaybetmesi kadar tezattı.

ahh bişey adam, eskiden yanmak için pervane gibi cama çarpardı. oysa o kapının önünde, tek kanadı bile olsa duvarı aşmak için kanatlanıp uçabilirdi.

o bahçeye hiç bir zaman giremeyeceğini anlayıp cennetin kapısından u dönüş yapmak zorunda kalınca, bakkalın önündeki 3 5 karış toprağı kendi cennetine çevirmeye ve tam karşısına da küçük bir masa atmaya karar vermişti.

içerde çalan gramafonun her notasında kadehini rengarenk çiçeklerin açtığı bahçesine doğru kaldıracak, kuvvetle muhtemel gözlerinin önüne her yudumda aynı yüz gelecek ama o yine de içindeki nadasa bırakılmış bakir topraklarda kök salmaya çalışan cennet bahçelerini sularcasına dibini görecekti.

pervaneler balkonlara su taşımaya nasıl devam edecekse, 'bişey adam' da yaşamaya ve yaşatmaya öyle devam edecekti. bir çölün ortasında susuzluktan geberse bile o çiçekleri sulayacaktı. çünkü yaşamanın, yaşatmaktan başka kanıtı olamazdı.

22 Mart 2010 Pazartesi

Asker Lügatı :)

Torun tombalaklar ; Bir gün hepinizin yaşayacağı bu talihsiz hadisenin (askerliğin) bir diğer tanımlamasıyla suç işlemeden mahkum olmanın! (kimileri hadiseden tamamen habersiz bu işe vatan borcu dese de bireysel olarak, en azından tsk'nın çavuşu olarak bunu şiddetle reddediyorum! aksine ülke sevginiz, milliyetçi bi tarafınız varsa artık yok.) kendine özgü muazzam bir dili var , kardeşiniz topçu çavuş ; Emre Parçal olarak buraya geldiğinizde yabancılık çekmemeniz için sizlere öğrendiğim kadarıyla bazı dialogları ve kelimeleri yazmaya çalışacağım dikkatle okuyun ve tekrar edin.. İHTİYACINIZ OLACAK !
  1. Yarrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaam !!!
  2. Topraaaaaaaaaaaam !
  3. Torun
  4. Dede
  5. Borsacı var mı ? ( komutanlar sorar )
  6. İddaa oynayan var mı ? ( Uzmanlar sorar )
  7. İştimaya Boşalt !!
  8. Benimle mi bot bağladın ?
  9. Zoruna gitmesin torun atarsa 54
  10. Zoruna gidenin borusuna gitsin
  11. _Torun torun geceler uzun , ötmez borun öterse borun .mına korum..
  12. Ben mi yapiyim ?
  13. Şafak demiş comolokko ( john travolta , coni moni )
  14. Alt devre boktur konuşmaya hakkı yoktur.
  15. Poşetler ( kısa dönemlere )
  16. Sik kafalı Japon askeri
  17. Yat, kalk, sürün,
  18. Koğuş kaaaaaaaaaalk
  19. Devrem
  20. 1 devre ; Kral devre
  21. 2 devre ; Mis devre
  22. 3 devre ; Piç devre
  23. 4 devre ; Göt devre
  24. Sana 60 gün borum var ! (önce çıkıcak olan üst devre)
  25. İstikamet solunuz , istikamet sağınız dağıl marş marş..
  26. Şafak demiş ; dale don dale ben mi yapiyim ?
  27. Gayrısız iştima (herkes katılcak)
  28. Üniversite bitirdiniz adam mı oldunuz aq (kısa dönemlere)
  29. Askerliği götten yedin aq !
  30. Namlu mazgala
  31. Atım yatağını kontrol et
  32. Mal topçu ( sınıfı topçu olan askerler için )
  33. En uzun namlu bizde komando yürüyüş kararı sayılacak saayyyy !!
  34. Sikik (er ve erbaşlara)
  35. Yardırgah (karargah bölükleri için söylenir örnek : alay yardırgah)
  36. _Şafak kaç torun ;_395 ohaaaaaaa aq adam mı öldürdün aq !
  37. _Alt devre isyan eder biter mi lan bu askerlik en üst devre gülümseyerek ; bitmeeeeeez..
  38. Atarsa 99 başka yok
  39. Ya adam gibi bağırırsınız, yada sizi orospu gibi sikerim.
  40. Entellektüel birikime sahip arkadaşlarımızda geldiler :) (yüzbaşından kısa dönemlere)
  41. _Bilkenti bitirince ingilizcen süper mi oluyo demek aq ! (yüzbaşı sinir yapar)
  42. Basiretsiz çavuşlar (yüzbaşından kısa dönemlere)
  43. Bu şafaktan sonra sikimde olmaz kalk yap torun
  44. .mına kodumun yazıcısı yine 3-5 nöbet kitlemiş.
  45. Şafak sıkıştırıyo..
  46. .ikimde olmaz...
  47. _Bi şafak patlatda taşşaklarım serinlesin !! _345 ohhhhhhhhhhhhh
  48. _Senin şafağın yetiyomu lan benden şafak almaya yarrraaaaaaaaaaaaam
  49. Ses kes şafak dinle ; Atarsa bursa !
  50. _Askerliğin çok lan ! benim oğlan sana yetişir
  51. _Götün başın oynamasın alt devre
  52. Yarramın kırma kolu !
  53. _Sizden bi bok olmaz (uzun dönemlere komutan)
  54. _Çay varmı ismail abi _yarraaaaak var aq bitmedi çayınız
  55. _Abi nöbete gidicem _Sence sikimde olur mu olmaaaaaaaz
  56. Biletim
  57. Babanın bıyığımı bunlar aq (onbaşı , cavuş rütbeleri gösterilerek)
  58. Sizin gibi 4 tane gördüm sizde askerlik mi yapıyosunuz (uzundan kısaya serzeniş)
  59. Atarsa ekime kadar ... atmazsa sikime kadar!
  60. _Gazinocu ; beyleeeeer sessizzzzzzzzzz sessizzzzzzzzzzzzzz
  61. _Vukuatı olan var mı ?
  62. Devrem bi sigara versene _ al aq al senden kurtulamadım seni gibi devreyi sikiim
  63. _Doçent olmuş beyin yok aq sikiim öle doçenti :) (uzman)
  64. Tanrımıza hamd olsunnnnn milletimiz var olsuuunnnn _ Afiyet olsun ; Saol
  65. Botumu çalanın anasını avradını sikiyim!!! diş macunumu, boyamı, palaskamı vb...

Son olarak DOĞAN GÜNEŞ dersiniz ve bu iş biter 54 gün sonra benimde diyeceğim gibi. Bu konuşma dilini sadece üzerinizde kamuflajlar varken yapabilirsiniz, onun dışında bi geçerliliği yok olmasına da gerek yok zaten !! askerde bunlar gibi ve çok daha fazlası kelimeler, cümleler duyacaksınız ve siz de bu şekilde konuşacaksınız buna hemen hemen mecbursunuz yukarıda yazdığım parantez içinde kalın yazıyla yazdığım cümleyi de geldiğimde size geniş biçimde anlatıcam içi fazlasıyla dolu bi cümleydi o. Hadi torun tombalaklar gelin de şafağımız aydınlansın... atarsa 53 olmuş bak zorunuza gitmesin...

15 Mart 2010 Pazartesi

you can't lose what you ain't never had

şarkılar çoğu zaman pusuya yatmış senin hayattan düşmeni beklemektedirler bunu biliyorsun değil mi çocuk? tetiği çeken kim olursa olsun genelde kalbine saplanan kurşun blues olur, bunu da öğrenmiştin çocuk. ama bilmek nedir ki çocuk, bilmek nedir?

hani sen yanlış olduğunu bildiğin halde aynı hatayı bir çok kez tekrarlamıştın ya çocuk, hani girmeyi beceremediğin kalbi tekrar tekrar kırmıştın ya, sen yatağa oturmuştun, o kapının önünden iyi geceler deyip geçmişti ya hani gözlerinin içine bakmadan onu da hatırlıyorsun değil mi?

cem karaca söylemeye başlamıştı ya birden 'oturmuşum yatağa, ben beni düşünürüm, kapı baht kapısı, bahtımın kapısı kapalı' ağzını kapatmıştın sesini duymasınlar diye, ama söyleyen sen değildin ki çocuk. 'karanlığın rengini bilmem, aydınlık ne demek? mutlu olmak sevmekse, sevmek aydınlık demek' ah be çocuk ağzını kapattın ama gözlerini nasıl kapatıcaksın? oluk oluk konuşuyordu gözlerin. 'dışarda kar yağsa hissederim görmem, ayak sesin uzakta, koklarım duymam ahhhh' fuları ellerindeydi ya çocuk, ellerin yüzüne kapanmıştı, kokusu son bir kez içindeydi ya senin hani onu da hatırladın değil mi?

'bir köşeye savrulmuş buruş buruş ceketim, sensiz ellerim üşür içerimde kar yağar, sensiz ellerim üşür içerimde kar yağar, sensiz ellerim üşür içerimde kar yağar'

suratını yastığa kapamıştın kusarcasına ağlamıştın çocuk. o şarkının adını sen koymamıştın çocuk, o da koymamıştı, üstelik cem karaca da koymamıştı. 'adsız' dı. hani sen biliyordun o şarkıyı çocuk? hatalarının hata olduğunu bildiğin kadar biliyordun. bilmek nedir çocuk bir daha soruyorum şimdi.

sabahları kalkmak geceleri yatmaktan çok daha kolay olacaktı artık senin için. sabahları itekleyen bir şeyler oluyordu illaki seni; kuş sesleri, böcek sesleri, çiçekler, bir de neydi? mmmmm evet evet bir de güneş vardı sabahları. perdeler ne kadar güzel olursa olsun aslolan güneşti değil mi çocuk. sen dünyanı aydınlatacak o kocaman gözlerle arandaki perdeleri aralamak istiyordun sadece ama o sıkı sıkıya tutunmuştu perdelerine çocuk. dokunamadın elin yandı çocuk, boğuldun gözlerinde. sen kendine masallardaki çirkin devi rol model seçmiştin, gözleri senden büyüktü çocuk, yapamadın işte kabul et.

boğazında düğümlenmiş yumruğun verdiği acıyı biliyorum, kalbine oturan ve git gide büyüyen o taşın verdiği huzursuzluğu biliyorum, seni kıvrandıran bu karın ağrısını biliyorum çocuk. şimdi sen bana sor; bilmek ne demek de. işte o kadar biliyorum.

sen bir köşe başında durmuş gitar çalıyordun, şarkılar söylüyordun. durup seni izlemişti, durup onu izlemiştin, pek çok notaya, pek çok kelimeye sebep olmuştu. hadi işte vefasızlık etme beslenmiştin sen de ondan. hayat sizin yollarınızı bir daha kesiştirmeyecek, kesiştirse bile farklı bir şey olmayacak çocuk. sen söyleyeceksin o söyletecek, o söyletecek sen söyleyeceksin. mutlu ol bununla.

ama üzerine gelmiyorum çocuk yanlış anlama beni. 'hayata tutundum ben' dedin bir kere sen, 'zor oldu ama tutundum'. bu sefer yalan değildi gerçekten tutunmuştun. düştüğün kuyudan çık artık be çocuk. bir kız sana ip atmıştı hani, sen o ipe sıkı sıkıya tutunmuştun, çıkması sana kalmıştı unutma. sen o ipe tutunmuştun biliyorum, sadece o kadar karanlıktı ki ipi atanı görememiştin. daha önce de düşmüştün çocuk, bu en kötüsüydü tamam ama güçlenmiştin sen de.

hani sen 'bişey adam' olmadan çok önce 'o çocuk' tun hatırla lütfen artık ve güçlen.

sen o akşam orada bir daha asla kazanamamak üzere kaybettin onu çocuk. üstelik muddy waters haklıydı, ama bu hikayenin başlığı çok önceden atılmıştı, sonunu biliyordun sen.

bilmek?

14 Mart 2010 Pazar

İstanbul Arkeoloji Müzeleri

Güzelim İstanbuluma dört senedir misafirim, Yalovalı olduğumdan da pek yabancısı sayılmam aslında, arada uğrayıp çayını kahvesini içmişliğim çokçadır. Küçükken teyzemle gelirdim hep, sanat tarihi okurdu Hacettepe Üniversitesi’ nde, hastasıydı müzelerin, camilerin, eski olan, sanat kokan herşeyin. O yaşlarda İstanbul’ un kucağına düşmek, küçük adımlarımla hayran hayran etrafımı izlerken teyzemin anlattıklarını dinlemek gerçek hayatta masal kahramanı olmanın ayrıcalığını yaşatırdı bana. Sonra ben büyüdüm, teyzem bölümünü birincilikle bitirip yüksek lisansa başladı, bitiremeden bıraktı, sınıf öğretmeni oldu, evlendi…Şimdi iki tane kuzenim var, teyzemse masallarımdaki yerini savıp, gerçek hayatın verdiği telaşa döndürdü yüzünü…

Bunları neden mi anlattım…Çünkü seneler sonra, 23 yaşında üniversite 3.sınıfta okuyan adam, tekrar masal kahramanı olup çıktı bir cumartesi günü…Daha önce defalarca gittiğim Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı civarında bir yerdi tarif edilen, adını duymuş ama yüzünü görmemiştim; İstanbul Arkeoloji Müzeleri…

Mimarlıkta okuyan ev arkadaşımla beraber fotograf makinemi boynuma takıp gitmiştik, girişte hocamın da tavsiye ettiği “müze müze gezdiren kart: müze kart” ımızı da alıp, kocaman avludan içeri adımımızı attık…Dürüst olmak gerekirse İstanbul’ da hiçbir sanat eserinin, tarihi mekanın, beni Ayasofya Müzesi kadar etkileyeceği aklımın ucundan geçmezdi, ta ki müzeden çıkana kadar...

İstanbul Arkeoloji Müzeleri; Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ayrı müzeden oluşmaktaydı. Yaklaşık üç saatlik vaktimiz vardı, hepsini gezebileceğimizi zannederek ilk olarak Arkeoloji Müzesi’ ne girdik…Girişte sağ ve sol olmak üzere iki yola ayrılıyor müze, biz tercihimizi sağ taraftan yana kullanıyoruz…Arkaik, Helenistik, Klasik Dönem ve Roma Dönemi tasvirleriyle dolu herbir yanımız…Gerçekten girişinden itibaren bambaşka bir havası var Arkeoloji Müzesi’ nin, isteseniz de istemeseniz de kendinizi o atmosfere kaptırıp bambaşka mekanlarda, zamanlarda yaşadığınızı düşler halde buluyorsunuz kendinizi...Gitmeden önce yaptığım kısa araştırmada da öğrendiğime göre 19.yy’ da ünlü ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından “müze olarak kullanılmak üzere” inşa edilen bir bina Arkeoloji Müzesi, bu sebepten içerideki koleksiyon dışında kendisi de ayrı güzellikte bir ambiansa sahip bu yapının. Karşınızda tüm estetiğiyle dimdik duran, İ.Ö 5.yy’ a ait Athena Heykeli…Biraz ilerisinde kitaplardan okuduğum, filmlerden gördüğüm, çok sevdiğim BabaZula adlı müzik grubunun sıklıkla dinlediğim şarkısına ismini ve hikayesini veren Büyük İskender…Sıradan, alışılagelmiş değil, “gerçekten” bir heyecan dalgası yükseliyor içimde. Herşeye uzun uzun bakmak, bütün hikayesini okumak, kendimi o dönemde yaşıyor gibi uzun uzun düşünüp hayaller kurmak istiyorum…Yine müze çıkışında anlıyorum ki tam manasıyla istediğim gibi gezebilmem için 4-5 günümü orada geçirmem lazım…Fotoğraflar çekerek yürüyoruz arkadaşımla…İmparator Hadrianus nedense ürkütüyor biraz beni, haşmetli duruşuna diyecek söz bulamıyorum, üzülüyorum da aslında düşününce. Türkiye’ de İmparator sıfatının tamlamasını oluşturan isim için 5 kişiden ikisi Fatih Terim, ikisi İbrahim Tatlıses diyecek. Geri kalan %20 ancak gerçek bir imparator ismi söyleyebilir herhalde bana…Ozan Sappho’ nun başına da uzun uzun bakıp fotoğrafını çektikten sonra Nehir tanrısı Okeanos’ u görüyoruz. Birkaç saniye algıda sekme yaşadıktan sonra ; “aaa okyanus yahu!” diyerek kendimize gülüyoruz…Kısa bir dönem için ülkemize misafir gelen ve bu süre içinde müzenin en kıymetlisi olan eserle karşı karşıyayız; klasik yunan sanatının en iyi örneklerinden biri olan İ.Ö 480 - 440 yılları arasında yaşamış olan heykeltraş Myron tarafından yapılmış olan bronz heykel ‘discobolos’ un (disk atan adam) Romalılar tarafından yapılmış kopyası. Öğrendiğimize göre orijinaline ne olduğu bilinmiyormuş ve orijinal bronz heykelde disk atan adam geriye(diske doğru) bakıyormuş, bizim karşımızda duran, önüne doğru bakan ve kafası sonradan gövdeye eklenen heykel…Yine de muhteşem tabi ki, vücudun anatomisi, atletik yapısı gerçekten inanılmaz…Bir an için boynuz kulağı geçmiş (Myron-Tanrı) demekten kendimi alamıyorum…Sağ koridordaki gezintimiz sonra eriyor, gerisin geriye dönüp bu sefer girişin solunda kalan koridora giriyoruz; Sidon Kral Nekropolü. Bu kısımdaki atmosfer bana sorarsanız daha etkileyici, belki öte dünyayı anımsatan lahidlerin karanlık salona süzülen spot ışıklar altındaki görüntüsünden, belki cam bölmede boylu boyuna uzanmış, saçı başı yerinde duran mumyadan…Bu kısımda İstanbul Arkeoloji Müzesi’ nin en kıymetli eserleri olan İskender Lahdi ve Ağlayan Kadınlar Lahdi de bulunmakta. Lahidlerin üzerlerindeki tasvirler, kusursuz biçimleri, simetri ve bütünlükleriyle gerçekten inanılmazlar. Bu bölümden ayrıldıktan sonra sırasıyla Mezar Kültü, Sidamara Tipi Lahitler, Mezar Kültü, Palymira Mezar Odası, Prehistorik Çağda İstanbul, İstanbul’ da Yunan-Roma Çağı, İstanbul’ da Bizans Çağı ve Yenikapı’ da Marmaray Tünel İnşaatı amacıyla yapılan kazılarda bulunan eserlerin bulunduğu salonları gezerek dışarı çıkıyoruz.

Saat 16:40, müzelerin kapanmasına 5 dakika var ve tabanlarımız sızlıyor. O an alıyoruz İstanbul Arkeoloji Müzelerini gezmemiz için saatlere değil günlere ihtiyacımız olduğunu. Yola koyulmadan önce beş dakika dinlenmek için müze bahçesinde oturup birer sigara yakıyoruz, 2-3 dakikalık sessizlikten sonra birbirimize müzenin zenginliğinden ve topraklarımızda yeşeren kültürlerden ne kadar etkilendiğimizi itiraf ediyoruz; ama utanarak, neden daha önce gelmedik, neden şimdi haberimiz oldu diye kendimizi suçlayarak. Müzeden ayrılıp Sultanahmet Köftecisine uğruyoruz. Karnımızı doyurduktan tramvaya atlayıp eve dönüyoruz.

Bütün samimiyetimle söylüyorum; İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul’ a yolu düşen küçük büyük herkesin mutlaka görmesi, “farkına varması” gereken bir emanetimiz, zenginliğimiz. Kendi adıma en kısa zamanda tekrar yolumun düşeceğinden en ufak bir şüphem yok. Birkaç saatliğine de olsa bana hayaller kurduran, küçükken hissettiğim “masalsı, saf” heyecanı yıllar sonra tekrar hissetmemi sağlayan bu mekana beni yönlendiren, gezip görmeme vesile olan hocama çok teşekkür ediyorum. Umarım sizler de birkaç boş saatinizi bu müthiş mekanın koridorlarında dolanarak, aynı heyecanı hissederek yaşarsınız.

18:40
14/03/2010

12 Mart 2010 Cuma

Az Şekerli Yap Bize Koçum 2 Tane

yalan be dostum herşey yalan. gördüğün duyduğun yaşadığın hissettiğin herşey yalan. içinde bulunduğun vaziyet dahi yalan.cennet cehennem alayı... hatta sana net birşey söyleyeyim ben de yalanım ulan en az senin kadar. uğraşma çözemeyeceksin, yetmeyecek kapasiten analize. boşver sen oynamaya devam et. az daha, kıvırt oh bebeğim come on.
yalancıyım ben. türlü türlü yalanlarım ile kandırdım seni yıllar boyunca. harbi çocuk dedin arkamdan ama farkında değildin seni her defasında eşşek yerine koyup maytap geçtim senle. kimi zaman farkına varmak üzereydin ama inanmak istemedin çünkü mecbursun bana. benim attığım yalanlar daha cazip geldi sana o ufak dünyanda gerçek zannettiğin yanılsamalarla oyalanmak yerine. basiretsizin birisin yüzüne söylüyorum hala anlamıyorsun. aslında ben yoğum oğlum yoğum.

bayramlardan iğreniyorum yahu. ulan adını bilmediğin insanlara yalandan sıcak davranışlar silsilesi ile yanaşıp vere elini öpeyim demek ne kadar da aptalca. nerde o eski bayramlar canım.

vapurda yanıma orta yaşlı bi ablanın oturması ve ardından gidip kendine biskrem alıp bana ve karşımızda oturan insanlara "bi biskrem versem" şeklinde yanaşması beni tam manasıylan dumur etti. ardından karşı çaprazda ki abinin gençler çaylarınızda benden diyip bize zorla çay ısmarlaması... yine amcanın yanında ki minyon kız arkadaşların ay ne güzel yaaaaaaa diyerekten ortamı tanımlaması ve hep bir kahkahalar eşliğinde kadıköy iskelesine varmamız... pek bi güzeldi canım.

herkes leonidas olur ama ephialtes olmak zordur dostum.

fakültede bir adet aslan yürekli richard formatında kedimiz mevcut. mart ayında dahi garı gız kovalamak yerine, sesini soluğunu çıkartmadan muhabetlerimize eşlik edişi ne kadar içten samimi olduğunu bize kanıtladı. bakışlarında ki abazankoluktan ölümüne makinacıyız abi deyişini rahatlıkla okuyabiliyoruz. helal olsun sana makinanın yiğidosu.

volkan konak büyük adam.

kazım ismini neden incelterekten okuyoruz ki? dünyanın en çirkin ismi olmasının acaba bi etkisi var mıdır ki? önünde colin olsa daha isim kötü abi ister başına ister kıçına istediğiniz ismi koyun olmuo. maybe kazımcan...

daha önce ki yazılarımda da değindiğim beyaz kaka mı olur ulan? bu köpekler kediler nasıl bir anatomiye sahip be kardeşim?

şekil şemail açısından yazıma neden vedat özdemiroğlu gibi yaklaştım anlayamadım ama tamamen spontane.

daft punk hakkında olumsuz düşüncesi olan varsa hemen iki kulak memesini işaret parmaklarının ve baş parmaklarının tırnakları yordamıyla sıkıştırıp, "yarabbeeeeee affeyle" diyerekten 3 kez avazı çıktığı kadar bağırsın. ardından gusul alırken küvette küçük taheretini ayağına yapmak kaydıyla üzerinde ki büyüyü bozsun.

nasihat dinelemek ne kadar sıkıcı değil mi? evet dediğini duyar gibiyim hayta.

"ön koltukları harp malüllerine terk ediniz!" kimi özel halk otobüslerinde yazılı olaraktan bulunan çemkirik.

bugün allah için ne yaptın?

temizlik görevlisi engin abimiz mevcut fakültede. hayata onun baktığı pencereden bakabilmenin için 10 fırın pasta veya 25 kilo döner yiyip kakanızı yapmamış olmanız lazım.
kimi zaman onur ve namus bazı insanlar için herşeyin önünde gelir! helal olsun engin abi duruşunla, konuşmanla ne kadar beyefendi, içten bir insan olduğunu bize ispatlıyorsun. siyah beyaz geceler senin olsun abim.

aşk-ı memnu için geride bırakmış olduğumuz haftaların özetini yapmak gerekirse "bihter, nihal farketmez, behlül ..... affetmez."

tiyatro hocamızın bahar ayları yaklaşıyor cebinizde shakespeare'den bikaç bişey olsun diyerekten girdiği ve o anı bize yaşattığı harikulade kısım hamletten;
"Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin.
Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz.
Bütün mesele hazır olmakta.Madem hiçbir insan bırakıp gideceği
şeyin gerçekten sahibi olmamış, erken bırakmış ne çıkar,
ne olacaksa olsun"

öpüyorum...

21 Şubat 2010 Pazar

sanki biri var gibi

kesik kesik bakışları can sıkıntısından değil, rutinleşmeye doğru atılmış ufak adımların birer somut blirtisiydi aslında. göz kapakları daha fazla dayanamamış bu çirkin görüntüler silsilesine bir dur deyiş için her seferinde yer çekimiyle beraber hareket etme çabasındaydı. her zaman umut vardı içinde, son bir kez daha açmalıydı gözlerini kimi zaman toz kimi zaman ise mor pembe olan bu hayata. her direniş biraz daha uzaklaştırıyordu kendinden kendini, daha bir nefretkar bakıyordu iradesiz bünyesine, içten içe kendine bayramlık ağzını açıp bir güzel boydan başlıyordu saydırmaya.

hayaldi belki de o kimbilir. ama görmüştü onu cesaret edememiş yanaşamamıştı. şizofren yapısının türetmiş olduğu çoğu insandan daha gerçek bir soyuttu belki de. ama istemişti onu, hayali ile günler geçirmişti. kimdi, neredeydi, adı neydi, kimin nesiydi?.. soru işaretleri bol, ünlemler ise can actıcıydı. kim bilir belki yine kesişirdi yolları. aradı çoğu zaman onu uçsuz bucaksız kent sokaklarında. içsel dünyanın ufak bir kasabası olamayacak bir kentte dahi bu denli kovalamacaya girip iz bulamaması şaşırttı onu. umut? sorguladı bir daha. alınan cevaplar tatmin edici değildi, ama inancını kaybetmeyi istemiyordu bir kez daha. neden boldu yitirilmeye, kendini kuramacalar içinde yitirmeye.

gece kurulan hayallerin ardı arkası kesilmeyince oyuna dalmıştı tanrının kendi olduğu dünyasında. gece bitmek bilmedi, olaylar biribiri ile ilişkili, az da olsa alengirliydi. öğlene doğru kalkmış, yaptığı duşun ardından buğulanmış aynanın üzerine aynı 3 harfi yerlerini değiştirerek yazmıştı. alalacele evden çıktı, vapuru yakaladı aynı insanlarla aynı dialogları yaşayarak. üst güvertede, sağ çaprazda yalan bir gülümseme tadında ki kış güneşini sırtına alarak devam ediyordu eşsiz boğaz renginde ufak yolculuğuna. iskeleye yanaşmak üzere olan vapurun "açılın ulen ben geldim" dercesine çaldığı o dırı vırı ile ufuk çizgisinde ki seksekten çıkıp iskele kenarından ortaköy yönüne yürüyen Onu gördü. hoş bir gülümseme eşliğinde el sallıyordu, yüzünde ki tebessüm kış güneşi tadındaydı geç anladı. insanlara çarparak koştu, kimi ağır laflar işitti umrunda değildi. daha halatlar atılmamış, isekele görevlesi uzun beyaz saçlı abi eldivenlerini dahi yeni takıyordu. "hop" deli misin birader sesleri içinde "ah yaızk düşmese bari" gibi iyi dilekler ile zıplayıp atı verdi kendini iskelenin üzerine sendeledi ama düşmedi. koştu gördüğü o yere, kimsecikler yoktu yaşlı mendil alın amcadan başka.

umutlar tükenmemiş, daha bi yeşil hal almıştı kurumaya yüz tutmuş kimi hoş duygular. türk sanat musikis tadında yaşadığı kimine göre kandırmaca olsa da kendi inanmıştı bir kez. mutlu, umutluydu.

17 Şubat 2010 Çarşamba

buyurdular büyüdük

-bu hikaye bişey adamın hikayesi değildir, ama bişey adamdan daha 'bişey' daha 'adam' bi bişey adamın hikayesidir.-

yazı gelir; ıslıkla çalınan bir türkü gibi dudaklara, bir kaç damla yaş gibi yanaklara... çoğu zaman o kadar anidir, rahatlatıcıdır; ama bekliyorsa eğer yazı, bilin ki çok tehlikelidir. bir fotoğraf, bir haber, bir ileti bekliyordur büyüttüğü acısına başlık olması için. ve kelimelere dökülmediyse de o yazı çoktan yazılmaya başlanılmıştır.

bir ilişkiyi içindekiler hızlı ya da yavaş bir şekilde tüketirler, bazı şeylerin anlamı kalmaz karşılıklı olarak ama dışardan sürekli ümitle dua eden birisi o kadar kolay tüketemez içindeki düğünü, düğünde çalacak şarkıyı, en güzel hediyeyi, boy boy mutlulukları, asla doğmayacak olan yeğenlerini...

bazı şarkılar vardır dostlar, artık dinlenemez, bazı kıyafetler vardır artık giyilemez, bazı mekanlar vardır artık gidilemez, bazı yürekler vardır artık dokunulamaz; bazı eller, bazı saçlar bazı dudaklar kadar uzaktır artık. vuslat tekrar dönmek üzere bir ada vapuruna binmiş, fakat asla geri dönmemek üzere ufkun arkasındaki küçük sahil kasabasına doğru devam etmiştir çünkü.

kırık kalbini onarmak için 'bişey adam' dan yanlış öneriler alan 'daha bişey adam' suçsuzdur. çoğu zaman bir yanlışı düzeltmek için çok daha büyük ve telafisi olmayan yanlışlar yapılır ve büyümek bundan başka bişey değildir aslında.

küçüktün, mutluydun sonra o geldi daha mutlu oldun. hiç gitmeyecekmiş gibi yaşadın mutluluğu, sınırlarını zorladın. ondan sonra elinde kalan sadece sınırları sonuna kadar zorlanmış bir boşluktu. dolacak mıydı? soru komikti, ama cevap o şarkıdaki gibi ömür uzatan değil ömür kısaltan bir cevaptı.

amacımız yaraları deşmek değil, kendi iç huzursuzluğumuza bir ilaç aramaktı sadece. ama büyümek bize sunulmuş bir seçenek değildi ki, buyurdular büyüdük, büyüdüler yazdık.

4 Ocak 2010 Pazartesi

yağmura tutulan adam

insanı tutan bişeyler oluyordu hep şeytanın avucununda. o gece de aynen öyle olmuştu, ne bir eksik ne bir fazla.

uyuması gerektiğini bildiği halde, hatta uyumak istediğini bildiği halde yağmura tutulmuştu işte. tam müziği kapattığını sandığı an duymuştu sesini yağmurun. yapamadı açtı yine o şarkıyı ve sigarasını ateşledi, sonuna kadar araladığı pencerenin önünde.

son kibritiyle yaktı son sigarasını ve uzun uzun çekti içine. 'yağmur' dedi, 'sadece yağmur işte, rüzgarın azizliği bu ıslaklık'. fazla körüklenmekten epey büyüyen kor, sigaranın bir tarafını yakmış diğer tarafını ise yakamamıştı. ufak bir hamleyle külünü atmak istemişti sigaranın. ama koca bir kor düşüvermişti bahçeye penceredeki o soğuk elden.

yağmurun ve fondaki şarkının her notasını içine çekip bitirdi sigarasını. sonra fırlatıp attı karşı bahçeye. şarkının en güzel yerinde sigaranın bitmesine sinirlendi. önce attığı sigaraya baktı, çoktan sönmüştü. sonra düşmüş kor parçasına baktı, hala yanıyordu. üstelik şarkının en güzel yerinde yanıyordu. o hala yanıyorken 'bişey adam' üşüdüğünü farketti.

pencereyi kapatıp içeri girdiğinde, yalnız yatağına girip yorganına sıkı sıkıya sarıldığında ve sabah uyandığında değişmeyen bir şey daha vardı.

o şarkı hala çalıyordu.

ve hiç kimse o şarkının hangi şarkı olduğunu hiç bir zaman bilemedi.

durma yolcu okumaya devam et