28 Aralık 2009 Pazartesi

bakkalın önünde oturup kendi kendine konuşan adam

yine aynı adam, ağır dönüşlerinden birini yaptığı sokağına giriyordu. sabahın ilk ışıklarını arkasına almış ve 'umudu vücudunun her hücresinde depo edebilmenin' sırrını yaşlı bir büyücüden geçmişiyle takas ederek satın almışçasına geleceğe gülümseyerek yaklaşıyordu o balkonun karşısındaki bakkala.

her sabah kilidi açışında hissettiği mutluluğu eğer bir imgeyle anlatacak olsaydık, 'bilemediği kadar fazla kapısı olan bir zindana saklanmak zorunda bırakılmış bir çiçeğe ölmek üzereyken 'ikinci' can suyunu yetiştirmeyi görev edinmenin mutluluğu' nu kullanabilirdik çok rahatlıkla.

bu sabah elinde bir gramafonla gelmişti 'bişey' adam bakkala. eski günlerden kalma epey plak vardı yanında, hiç yaşamadığı eski günlerden kalma. cama astığı yazıyı alıp kenara koymuştu, çünkü ''artık 'blues' u buraya taşımak lazım'' demişti kendine.

karşı balkonda sanki güneş görmesin diye üstü 'eski' günlerden kalma kumaş parçalarıyla kapatılmış bir çiçek vardı. neydi o çiçeğin adı sahi? yok bi çiçek değildi bir bahçeydi galiba? neyse uzatmayalım işte onun da korkularında haklı sebepler vardı. bunu biliyordu elbet, ama henüz ölmemişti ki. ona su taşıyacak bir böcek bulamamıştı sadece. sahi o böceğin cinsi neydi? aşık veyselin de imgesi miydi sahi?

halbuki o böcek hiç üşenmeden bir ömür boyu umut taşıyabilirdi o çiçeğe karşıdaki bakkaldan. çünkü biliyordu ki o bakkal her sabah açacaktı o dükkanı beraber uyanmaktan keyif aldığı birisiyle yaşadığı için. o adamın her sabah hissettiğinin saplantılı bir kafaya takma durumu olmadığından emindi çünkü.

'bişey' adam bakkalın önünde oturup balkonu izliyordu bütün gün. çünkü içerde çalan gramofonu kurmaya hiç ihtiyaç duymadan kalbindeki müziğin tadını çıkarabiliyordu orayı izlerken. üstelik çiçek henüz ölmedi diye bağırıyordu sesini duyurabildiğinden emin olduğu için artık.

28.12.2009

03:00

22 Aralık 2009 Salı

Geceden Düşme

nefes alamayıp, içinde bi yerlerden gelen yersiz bir sancı ile bakıyordu bugün etrafa puslu göslerle. boğazına oturan birşeyler vardı sanki, konuşmak istiyordu ama birisi sustuyordu onu. isyan etmek, haykırmak istiyordu, fakat kime, neden bağıracağı hakkında hiç bir fikri olmaması onu daha da derbeder ediyordu.. yaşamış olduğu azapların bedelini birilerine yıkmak, birilerinden bunun hesabını sormaktı belki de amacı. sorgulamıyordu kendini, alacağı cevaplar tatmin etmeyecekdi kendisini. her hatasında az da olsa payının olması onu kendinden bir adım daha uzaklaştırıyordu. durudurulamaz bir hal alıyordu içindeki kin dolu yörüngesiz hırsı. çok yakın bir tarihrte çıkmıştı duruşmaya aslında. saatler boyu yargıya hesap verdi. sorulara içtenlikle verdiği cevaplar aslında hali hazırda bulunan darağacından yırtma çabası değil, içsel mahkemenin adil bir karar çıkarabilmesi içindi. bir sonraki üçlüye kadar ertelenmişti muhakeme.

canı yanıyordu, hiç yoktan yere falçata ile oynarken parmağını kesmişti. fiziksel yaşanan acılar aslında ne kadar da komikmiş dedi içinden. çocukluğu geldi bir anda aklına. en sevdiği insan yanında ona hayat dersleri verirken nasılda pür dikkat izlemişti onu. yetmemişti bu kısa öğütler ona, daha çok karanlık oda vardı. "hayata bakış açımın bu denli oluşmasını sağlayan insandı o" açıklaması azaltabilir miydi erken kalkan tren arkasından dökülen gözyaşını? varlığını 5 duyu organıyla bir daha tadamayacak olmak neyin nesiydi. her gecenin sabahında o da acaba bizi düşünerek mi uyanıyor, farklı frekanslarda birbirmize özlem mi duyuyoruz acaba diye soruyordu kendine. bu gece yine bi umut gözlerini kapayıp yatağında bekleyecekti o fevkalade anı; yaşasın be hepsi rüyaymış!..

6 Aralık 2009 Pazar

Günün Getirdiği Aksilikler

Dün sabah saat 6 civarı kalktım, sabah sporumu yaptım falan dememi beklemiyorsunuz sanırım. Saate baktım cidden 6 yı gösteriyordu ‘ulan dedim bu işte bir terslik var.’ Daha terslik kelimesinin ne demek olduğunu bilmediğimi fark etmemiştim ama bir şeyler geliyordu, hissediyordum. Neyse tatava yapmayalım, ali kardeşim msn de ve feysbukta kız kovalarken Özkan kardeşim de menecerlikte çorum sporla şampiyonlar ligini hedefliyorken, ben koltukta sızmışım, oradan çekyata geçmişim 3 saat falan uyumuşum işte. Cumartesi gününe böyle merhaba dedim, herkes kalkarken ben uyumak için yatağıma girdim.

Sonra öğlen 12 civarı falan bir daha kalktım tabi doğal olarak, aman yarabbim zamanı o kadar iyi kullanıyoruz ki bir günde iki kere kalkabiliyoruz inanamazsın. Ali’nin kardeşi kadir askerden gelecekti. Diyarbakır’dan uçakla gelecekmiş. ‘moruk’ dedim ‘karşılayacak mısın?’ ‘aslında güzel olur moruk’ dedi ‘araba ayarlamak lazım’ dur bakalım dedik. Kahvaltımızın sonlarına doğru o gün askere gidecek olan Atalay diye bir arkadaş aradı, ‘nerdesiniz’ falan dedi ali ‘yarım saate geliyoruz’ dedi. Evden çıkmamız bir buçuk saati geçti ama çocuk kararlıydı bekliyordu.

Gidip işlerimizi halledelim dedik ve yola koyulduk. Çağatayla Atalayı bulduk. Sonra para denkleştirip araba kiralama falan kovaladık. Atalay arkadaşımızın akşam 9 da otobüsü vardı askere kayseri’ ye gidecekti ve biletini üç gündür ertelettiriyordu. Fakat kendisi askere gitmeden önce milli formayı giyip ordu milli takımında ‘top’ koşturmak istediği için askere bir gün daha geç gitmeye razıydı. Biz de tam bu noktada devreye girdik ve ata sporumuz olan ‘arkadaş arkadaşın menajeridir’ felsefesinden yola çıkılan baba mesleğimizi icraya kalkıştık. Kalkıştık ama hangi telefonu arasak ya açılmadı ya da ‘böyle bi numara kullanılmamaktadır’ , ‘abla işi bıraktı’ , ‘meşgulüm bebeğim hayvanın biri geldi hala oturamıyorum’ minvalinde bant kayıtlarıyla karşılaştık. ‘Moruk’ dedim ‘basiretin bağlanmış napalım.’ Bu arada ali müdahale etti, ‘olum en son zürafaya götürecem dedi rahat ol sen’ bir terslik olduğu kesindi.

Yolculuk artık kesinleşince cengal kardeşimi aradım, açmadı. ‘Terslik galiba’ dedim. Erdo kardeşimi aradım, açmadı. ‘Harbiden terslik galiba’ dedim. Biraz alışveriş yaptık yolculuk öncesi üç beş öte beri aldık. Eve geçip biraz atıştıracaktık biraz da kola içecektik. Ben ‘beyler kola alın iki buçuk litrelik’ diyince, ali ‘kola pahalı gazoz alalım’ dedi. Çağatay gidip ‘le cola’ alıp geldi. ‘Abi’ dedi ‘bu kolayı bunun için icat etmişler hem iki buçuk litre hem ucuz’ biz bunun geyiğini devam ettirirken iki tane de boş cd aldık ki yolda dinleyecek güzel müzikler atalım. Bizim eve geçtik.

Kolalarımızı bol bol koyup asidi kaçmadan yudumlarken ben de bi yandan cdleri yazdırmaya başlamıştım. Bi tane rap bi tane rock’nroll ve blues olmak üzere iki tane cd hazırladım. Bu arada cengal aradı ‘noldu kardeşim beni aramışsın’ dedi ben bir iki bayram siteminden sonra ‘akşam uğrayabilirim yanına evdeysen’ dedim. ‘İstanbul a mı geliyorsun araba falan mı var’ dedi hemen işi pis menfaatlerine çevirip güzellik isteyince, ‘bakarız kardeşim’ dedim ‘bak beni bekleyenler var, tutma beni acelem var, kapatmam lazım dedim’ , halimi anlamıştı. Çünkü Çağatay bana çok güzel bi kola doldurmuştu asidi kaçmadan içmem lazımdı. Le cola bu, şakaya gelmez bro.

Evden çıkmadan önce cdleri çağataya verdim, verdim ama iç dünyamda mı verdim dış dünyamda mı verdim onu ayıkamadım. Çaktırmadım devam ettim. Arabaya bindik, cd çalar bozuldu. Çalışmıyo aq. Kafası böyle yarı açık pozisyonda kaldı kapanmıyor. Deli olacaz, yol müziksiz çekilmez, gittik tamirciye içeri alalım dedi moruk dedik para bayılmanın anlamı yok, sürdük başka oto tesisatçısına tak söktü teybi götürdü,’bir gün kalması lazım kafayı yemiş bu makine’ dedi. napalım dedik ’al teybi müziksiz devam et telefondan falan çalarız artık.’ Aksilik mi, terslik mi?

Atalay otobüs biletini ertelettirmek için artık kendisi gidemeyeceği için Çağatay ı yolladı. Çağatay da ‘abi arkadaşın dayısı ölmüş’ falan diyip türlü duygu sömürüleriyle bileti ertelettirdi. Yola çıktık artık.

Yolda tanımadığım bir numaradan mesaj geldi. ‘Ali ben erdin gö…’ bu kadar görünüyor , açınca şöyle bir mesajla karşılaşıyorum:

‘@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@’

Ulan dedim herhalde Erdinç tir, arıyorum açmıyo, delirecem. Yarım saat sonra bi mesaj daha görünen kısmı bu: ‘bu numarayı ar…’ açıyorum gene aynı şey:

‘@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@’

‘Olum aynı noktada neden buluşamıyoruz biz ya, bu nasıl bir talihsizlik aq, virüs müsün nesin bir siktir git bugünü mü buldunuz hepiniz birden saldırıya geçiyorsunuz? İç sesim kör talihi dize getirmek yerine gaza getiriyordu. ‘Bir terslik var ama çözemiyorum’

Yola çıkmadan önce aliye demiştim ki ‘ olum bak ali sefer sayısı ne? Hangi hava yoluyla geliyor? Hangi havalimanına inecek? Biliyor musun?’ ali dedi ki ‘moruk benim kafamda planım var’ ben de ses çıkartmadım. Neyse kazasız belasız Sabiha gökçen e ulaştık.’ Moruk otoparkta fena kitlerler hiç girme’ demez olaydım aq dilim kopaydı. Neyse biz 5 barzo arabayı öyle bıraktık, dörtlüleri yaktık sanki fatih caddesi. Her türlü güvenlik önlemlerini aştık içeri girdik. thy 945 sayılı uçağı öğrendik. 23.15 te inecekmiş bi dışarı çıkalım dedik, arabaya bakalım.

‘Araba nerde lannn?’ ‘Olum arabayı biz buraya koymadık mı lan?’ gibi tayfasal iç sesler yükselmeye başladı tabi hemen. Gittik sorduk çekmişler arabayı. Ananın örekesi neresiyse işte tam orasına bir öpücük kondurmak istiyorum artık, tersliksen terslik aksiliksen aksilik neysin sen aq? Hayır araba çalıntı mı onu da bilmiyoruz ki. Gittik erkek kuaföründen araba kiraladık aq sektörler iç içe geçmiş.

Otoparkı tarif etti güvenlik, o yağmurda gittik arabayı bulduk. Çekici parası 60 lira istiyor orospu çocukları. Ne kadar dil döksek de işe yaramadı Atalay arkadaşımız forma parasını orda bayıldı. Biz de arabayı kurtardık. Neyse dedik ‘hayırlısı olsun hafız, kadir i alalım da keyfimize adapazarında devam ederiz.’ Gittik yine havalimanına tam 23:15 te arabayı çekemesinler diye. Arabanın başında iki kişi bıraktık ama bu sefer de rötar denen o iğrenç şeyle burun buruna geldik. Yeni iniş saati 00:05 idi. Tam ‘hass…’ diyorduk ki, ‘neyse gidip pendikte karnımızı doyuralım bari’ dedik.

Arabaya bindik ismini vermeyeceğim bir arkadaş aradı. 'Tamam canım belki size çaktırmıyorum ama ben de sizinle aynı frekanstayım inanın bana sizinle çok güzel makara yaparım ama yaşadıklarımı size anlatamam şuan sonra konuşuruz, keyfinizi de kaçırmıyım, anlayın işte beni.’ Tabi içimden bunları söylerken dışımdan onlarla gayet rutin bi şekilde konuşmaya devam ettim, ama bişeylerin ters gittiğini onlar da anladı sanırım.

Pendik’ e inip karnımızı doyurduktan sonra tekrar döndük Sabiha gökçene. Başladık yine beklemeye. Ulan bir şeyler oluyor hissediyorum, önemli bir şeyler olacak, birileri geliyor. Önce Fenerbahçe tv elamanları çıktı. Güvenlikteki salak kız ‘içerde çekim yaptınız mı’ falan dedi fb tv ekibine. Kameraman gözünün içine 3 sn baktı salak kız dondu kaldı. Ve işte o an ‘aziz başkan’ tüm heybetiyle çıkageldi yanında murat özaydınlı arkada daum ve bütün fener. Suratlar kösele gibi. Ben fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Ulan güzel tesadüfü bile iğrenç bir gün olabilir mi? Hayatında ilk defa havalimanına gidiyosun, tüm fener kafilesi yarım metre önünden geçiyor ama suratlar kösele çünkü fener eskişehire 2-1 yenilmiş. İç sesim artık Orhan gencebaydan kaderimin oyunu şarkısını söylemeye başlamıştı engel olamıyordum bro.

Diyarbakırdan gelen thy 945 sefer sayılı uçak, 00:25te havalimanına indi, tek bilgi bu. Ama uçaktan çıkan yok. Bekle bekle bekle bekle kimse yok. Bir ara arkamızdan kıvır kıvır sevimli bi köpekle bir adam geçti. ‘Ulan’ dedim ‘adam havalimanında köpek gezdiriyor, adamlarda keyif var işte hayat standartlarını haylice yükseltmişler’ meğerse narkotikmiş, cehalet işte. Hayır, bi durum olsa içeri alınacak kişiler oradan oraya moron moron takılan 5 barzo olarak bizleriz.

Saat 2 ye kadar öyle bekledik. Güvenliğe soruyoruz, kimse bi sikim bilmiyor. Ulan uçak indi, indi tamam da nerde bu yolcular, çıkan her yolcuya sorduk, Diyarbakır yolcusu yok. Bizim uçaktan sonra 3 tane uçak indi bizim yolcular yok. Delirecez. En sonunda dayanamayıp sakaryamıza dönmeye karar verdik. Hiç bi sik yapamasak da o dönüş yolunda o kadar mutluyduk ki size anlatamam. Çünkü artık şunu biliyorduk, daha kötüsü olamazdı aq. Daha ne olacak ki?

Sakarya il sınırını görünce bi mutlu olduk, hani ‘gidemedik ama dönebildik’ çok güzeldi ya. İlerde çocuklarımıza böyle anlatıcaz bu günü. ‘Biz bi seferinde adapazarına bi döndük anlatamam’ oğlum. ‘Nası yani baba?’ ‘sadece döndük oğlum sorma işte’

Eve girdik saat 4 falan olmuştu. Cuma gecesinden kalma makarnayı yedik, Cuma gecesinden kalma fıstıkları aldık ve fatihten kalan şarabı da kafaya diktik, televizyon falan izledik saat 6 oldu. Tam 24 saat önce uykudan uyanıp uykuya gittiğim çekyatla yatağım arasındaki güzergahı bu sefer biraz farklı olarak kat ettim ve yattım.

Bu arada söylemeyi unuttum o kadar uğraştığım o cdleri yanıma almayı unutmuşum. Demin taktım, fonda o şarkılar çalarken ben bu yazıyı yazdım. Hikayeyle birleşemeyen çok acayip şarkılar var.

Playlist şuydu:

B.B. King & Eric Clapton – Riding with the king
B.B. King & Eric Clapton – Help the poor
Muddy Waters – Can’t Get No grindin’
Muddy Waters - I’m ready
Buddy Guy – Watermelon man
Buddy Guy – Midnight Train
Buddy Guy – Show me the Money
Buddy Guy - Best Damn Fool
B.B. King – Ain’t Nobody Home
Eric Clapton – Motherless Children
Rolling Stones – Paint it black
Rolling Stones – Satisfaction
Rolling Stones – Brown Sugar
Rolling Stones – She’s a rainbow
Yavuz Çetin – Cherokee
Yavuz Çetin – İstanbula Ait
Çamur – Bu aşkın ızdırabı

İstanbula ait olamamıştık belki ama bu ızdıraba epey bir küfür etmiştik.
Atalay kardeşimize hayırlı teskereler dileyip kadir kardeşimize de sivil hayatta başarılar diliyorum.
Bir şey daha. Kadir o uçaktaymış ama uçakta kokain bulunmuş, herkesi tek tek aramışlar gece 4 e kadar tutmuşlar. O köpek gerçekten süs köpeği değilmiş yani. Daha kötüsü varmış meğerse, şüpheli 5 barzo olarak çete üyesi olmak da vardı aq öyle bi günde.
Yazması yaşamasından daha zormuş bro :P

sağır adamın sol gözü

dialoglar silsilesi ile başlıorum aslında güne. önce annem giriyor yeni başlayan günüme. yarım saatlik bu süreç berbat başlayıp, "Allaha emanet ol yavrum, Allah zihin açıklığı versin evladım"larla son buluyor.

yürüyorum, kış saatinden dolayı daha gece. sokak lambaları yorulmuşlar, inlemlerini duyar gibiyim. tıkış tıkış bir otobüs geliyor. biniyorum, çile çekip iniyorum.

günün tek güzel kısmına otobüsden iner inmez "bonjour" diyorum. iskeleye kadar yürürken yakılan sigara eşliğinde boğaz kokusuyla ciğerlerimi dolduruyorum. haldun tanerden yükselen tıngırtılar, belli ki hemen yanıbaşında sızmış bulunmakta olan evsiz abiye ninni gibi gelmiş geceleyin. slm veriyorum başımı saygıyla öne eğerek. belki beni görmüyor ama hissediyor, yüzünde acı bir gülümseme, kusura bakma ev biraz dağınık içeri davet edemiyorum dercesine. hava bulutlu, melankolik bir manzara yerleşmiş boğaza. iskele yanındaki trabzanlara yaslanıp, çiseleyen yağmur eşliğinde yüzüme vuran karayelle dalıyorum uzaklara. çok eskilere derin ama acı dolu bir yolculuk. çok seri bir şekilde akıyor parça parça kareler -kimileri çok zarar görmüş-, gözlerde ince bir yaş, derinlerden belli ki... "iskele bütününde beşiktaş yolcusu kalmasın" anonsuyla uyanıyorum bu büyük dramadan. akbil sesleri kafayı sikiyor adeta o içsel yolculuğun ardından. ısrarla her gün benden bozuk para isteyen o sapık geliyor yine yanıma bir sırtlan misali. "abi bozuk, abi bozuk", "ah be koçum yanlış kapılardasın yine"... dıttırı dıt dıııt akbil sesleri arasında hücuma kalkmış bir ordu misali ilk hedefimiz Turgut Reis II. alt katta, dış kısımda oturuyorum yine yanlızım. boy boy manzaralar gözümün önünde beşiktaşa geçene kadar. ömür boyu unutulamayacak anları düşünerek, kimi zaman ise yapılan hataların acısıyla ah ulan rıza çekerek devam ediyor. kendi kalemimi yıllar önce kırmışımda, aslında infazı erteletmişler kimi yersiz sebeplerden dolayı.

iniyorum vapurdan. yıllar öncesine varan tanışmışlığımız, uzun yıllar paylaşmışlığımız olan yaşlı mendilci amca karşılıyor beni. "mendiller 50 kuruş" kısa ve öz konuşuyor yine ama tonlaması ile gerçekten içerde bir yerleri titretmeyi yine başarıyor. üsküdarda ki mendilci teyzeyle aralarını yapacağımı söylemiştim kendisine, tebessüm ilen cevaplamıştı beni."meeendil alllın" teyzeyle, "mendiller 50 kuruş" amca...

okul, okul, okul... kimi zaman eğlence, kimi zaman abazankanos, kimi zaman ise hapis... geliyor ve geçiyor. kalabalık içinde yalnızlığı oynayıveriyor insan yoksul duygular içinde.

taksime gidiyorum. birileri var, ama ben yabancılaşıyorum anlık gelmeler ve gitmeler sayesinde ortama. "tanımlanamayan bir öküz" rolünde başarılıyım. içilen 3-5 bira eşliğinde çerez de ince ve anlamsız muhabetler silsilesi... gecenin bilmem kaçının köründe tanımadığım bir kaç kişi ilen son otobüsdeyim. en ön sırada yalnız başımayım. karanlık sokaklar, sisli... buğulanmış camlar içerde saatler boyu sevişen gençler bulunmakta izlenimi vermekte sanırım dışarıya. kulağıma melodiler fısıldayan bir bayan. yüzünü görmüyorum ama ses tonuyla mest ediyor beni. şarjın bitmesi ile o da alıp başını çekiyor kapıları, pis bir kahpe.

iniyorum, evdeyim, odada, annem yatmış, bense boş işler peşinde debeleniyorum. çaresizliğin göbeğinde, sessizlik ile sevişiyorum. acı çığlıklar atıyor. balkona çıkıp bir sigara yakıyorum. hava yer yer bulutlu, aralardan gökyüzünün iç organlarını kesiyorum. yıldız kayıyor aynı dileği yinelemek acı veriyor bana. yüzümde bir tebessüm beliriyor. sigaranın yanarken çıkardığı o ince çıtır ifadeler eşliğinde dalıyorum düşünceler alemine. umut sarıkaya modeli mutsuzluk pencereleri arasında bile, bu acımtrak olayın iyi yanları arasında kendimi mutlu etmeyi başarabiliyorum. kimileri mazo diyor bense adı bende saklı olan bir kavramla özdeşleştiriyorum bunu. aslında saklamıyorum paylaşımcıyım sadece günde binlerce kez yineliyorum, kendimle paylaşıyorum. evet evet şimdi mi? haykırıyorum. sadece dilek tutabilmek için saatlerce izleyipte yakaladığım, ama sanki gökyüzünde kimseyi siklemeden kafasına göre kayan o yıldızlara haykırıyorum aynı şeyi.

esamesi okunmayan kimi şarkılar eşliğinde yakıyorum cigarımı. bugün hava yine bulutlu bulamayacağım belki kayan bir yıldız koskoca gökyüzünde ama şunu biliyorum katl-i vacip olan bu bünyenin kimi duygular içinde boğulması beni hiç mi hiç rahatsız etmiyor. bir garip insan yine yatağına doğru yol alıyor ve alayınızın yanağına öpücük konduruyor.

3 Aralık 2009 Perşembe

akşam oldu hüzünlendim ben yine

gözlerim gerçekten doluyor bu akşam, en kederli makamların kevgirlerinden süzülen kan yaşları kadar coşkun olmasa da.

ben ömrümce hiç bi zaman yoluma ortak edemedim kimseyi ahhhh, işte budur aslında bu alaturka hüznümün sebebi dostlar. 'yarin gibi sevmezsen kardeş gibi sev beni' cool luğum buradan gelir hep. bir de o kadınlar hep aklıma giren, hiç aklımdan çıkmayan kadınlar...

girmeyi beceremediği bir kalbi, kırmayı başarabilir mi bir erkek, dostlar? dostlar da neyin nesiyse artık sanki dostların egonu tatmin ediyormuş gibi. işte hanginiz okuyorsanız o işte, insan giremediği bir kalbi nasıl kırabilir bunu merak ediyorum sadece.

teoriyi, anafikri, savu, sabuyu bir kenara bıraktım bu akşam. suya sabuna dokunacağım, dokunacağım ama kulaklarımdaki hüzzam kadar, gözlerimin önündeki o esmer kız kadar yıkayamayacak ruhumu hiç bir şey bu akşam.

hikayelerim yarım kalıyorsa efendim, bitirmek istemediğimdendir. bitişler hep kötüydü, hep üzdü bizi hiç umutlu bi bitiş yoktu. yeni başlangıçlarımızın önünü kapatan hep oydu, hep bizdik, bizim hatalarımızdı. ama biz neydi? cavabın var mı küçük, esmer, kırılgan, ince bilekli kız?

bir erkeği sevmekten utandırdılarsa, bütün kızlar güzel der geçer, çünkü sevdiğinin güzel olmadığını bilir dostlar.

1 Aralık 2009 Salı

Şaşırmış ne yapmaz?

Bir kere hiçbir zaman, önce başlığı attıktan sonra o konuyla ilgili yazmaya çalışıp kendini zora sokmaz. Çünkü bunu söylediği zaman yapacağı saçmalıklardan sorumlu olmayacağını düşünür. Etrafta çok bekleyen olsa da asla hesap vermeyeceğini sandığı halde sürekli bahaneler üreten cümleleriyle, o bekleyicilerin yazacağı senaryolara mürekkep olduğunun farkına varmaz.

sonra gidip ‘saçmalayan ne yapmaz?’ adlı şarkıyı kimin söylediğini arayacağını bilse de aslında bu şarkının sözlerini yazmaya çalışırken saçmalamanın daniskasını yaptığının ise hiç farkına varmaz.
Ne kadar hayatındaki her şey yolunda görünse de bahanelerle yaşamayı öğrenmiş ve üstüne üstlük bunu bir hayat desturu haline getirmiştir çünkü artık.

Aslında uzun konuşmaktan nefret etse de uzun konuşmasının asıl sebebinin kısa cümleleri bile doğru düzgün kuramayışından ve onları sürekli bir araya getirirken lafı uzatmasından olduğunu bildiği halde, dahası bunun da bir bahane olduğunu bildiği halde bunu sevdiğini inkar etmektedir.

Anlamsız yazmanın anlamsız konuşmaktan pek bi farkı olmadığını düşünse de anlamsız yazdığının bilincedir. Bu da bir işkence metodur diye söylenenler olursa en azından oradan ayrılabileceğini düşünür mesela, düşünür ama yine de yazmaya devam etmiştir, belki bazen konuşmamak için. Ama çoğu zaman konuşmadığı için…

Bi de mesela şunu yapar şaşırmış, muhabbeti tak diye keser.

Bir de bir kereye mahsus, aklı karışan olursa onlara şunu söyler: ‘ ne yapabileceği de yazılmıştır, promosyondur’

28.11.09
02:04

içine atınca yatan, sinirlenince insanların yüzlerine söylemeyip kendi içine kusan ve bağırması gereken yerde susan adam

görünmeyen duvarlarına çarpıp kafayı bulduğum bütün kadınlar,

'çöldeki vaha' aydınlığınıza ve o sıcak nemli karanlığınıza ulaşmak için kendisini heba eden pervanenin, camın önünde yaşadığını bir kere olsun içinizde hissedebilir misiniz? yıllardır aynı minibüsle aynı yoldan geçtiği halde, o gün ısrarla dışarıyı izleyen adamın yüzündeki acıyı bir regl ağrısıyla tarif edebilir misiniz? pervane için imkansızlaşan sıcaklığınızın, o adamın gözlerinde yıllar boyu birikmiş olan tuzlu bir sıvıda ortaya çıkmasına ne dersiniz peki?

o adam da süper kahraman olmak istiyordu elbet. onun da çocukluğunda esas kızı öpen bir esas oğlan vardı. belki kafası çok karışıktı, belki hayatını yönetmesine engel olamadığı tutkulu bir kalbi vardı, belki bir süper kahraman için kısa ve net bir isim seçmemişti ama o da ‘bişey adam’ olmak istiyordu. elinden tutup ‘adam’ edebildiniz mi?

yine de diyebilirim ki; aşamasam da duvarlarınız güzeldi, camın önünde sizi izlemek güzeldi, aklınızdan şeytanlıklar geçerken parlayan gözleriniz güzeldi, kederlendiğinizde kararan gözleriniz güzeldi hafifmeşrepliğiniz güzeldi, iffetli haliniz falan hep güzeldi. bütün cevapsız sorularımız güzeldi, siz hep güzeldiniz; kelimeler hep çirkindi.

küçükken aileme ağlayarak bir şey yaptırabileceğimi sandığım ilk anda babamın beni kapının dışına koyuşunu hatırladım bugün. ‘ağlaman bitince içeri girersin’ demişti. ağlarken kaçıp gitme isteğim ordan kalmadır sanırım.

bu yüzden hayatıma daha yakından baktığınızda kapılarımın kapalı olduğunu fark ederseniz, camda şu notu görürsünüz:

‘blues’ a gittim gelicem’

21.10.09

01.33

ruhun bir evresi

iki karlı dağın arasına salıncak kurmuş ruhum, zevkin doruklarındayken her seferinde iki vakit sonrasında yerin dibine giriyordu. yaralarının kabuklarını koparmaktan usanmadan, akan kanının kokusundan bıkmadan; yeni yaralara, yeni kokulara koşuyordu. hayalleri, hayatın ona yaşatabileceği bütün zirvelerden daha yukarılarda olduğu için salıncağının zincirini herkesten her zirveden daha uzun seçiyordu.

içindeki canavarı farkedene ve o canavarı yok etmeye karar verene kadar pek çok ruhta tamiri çok zor yaralar da açmıştı elbet. fakat kendi yaralarını sevdiği kadar başkalarında açtığı yaraları da seviyordu. değersizlik hissinin en yüksek noktalarına ulaştığı zaman başka ruhlarda açtığı yaraların büyüklüğüne bakarak mutlu ediyordu kendisini ve 'evet' diyordu. 'galiba bana değer veren birileri var hala.' kan kaybından geberttiği her ruh için zincirine bir halka daha ekliyor, zirvenin tadını daha fazla çıkarıyordu.

sonra ne mi oldu?

hiç

gözü hala o karlı dağlarda olsa da elinden tutup parka gidebileceği bir oyun arkadaşı arıyor şimdi.

22 Kasım 2009 Pazar

Hoş ama Çok Boş

yazmak zor bir sanattır lakin konuşmak çok daha zordur. yazarken düşünme süreleri keyfi olduğundan dolayı daha uzun sürelere yayıp,istenilen düşünce çok daha iyi bir şekilde dikte edilebilir. ama gel gör ki konuşma sırasında anlık gelişmelerin akışı çok daha hızlı bir şekilde biçim değiştirip insanı "göt" gibi ortada bırakabilir. cümlelerin uzunluğu duruma göre çok daha uzun veya kısa seçilebiliyor rahatlıkla yazarken. f"e"kat konuşurken cümleyi uzun tutup kafa karıştırmacı bir amaç güdüp, ne söyleyeceğini kendin dahi karıştırıp yamulada bilirsin. bu tür örnekler çoğaltılabilir.

aslında büyüklerimiz ne de güzel demiş söz gümüş ise sükut altındır. insan aklı mukayese yaparken devamlı maddi gerçeklerin üzerinde durduğu için bu durum dahi bu şekilde bir benzetmeyle çok iyi bir şekilde açıklanmış. az ve öz konuşacaksın ki saygı göresin. üslup da önemlidir. günümüzün rövaşta olan üslubu "kasımpaşa style" idir. (bkz:rte)

her ses çıkaran mahlukat konuşuyor anlamına gelmez , gelemez. doğal yaşam ortamlarında barınan her canlı kafasına göre sesler çıkarmakta. kısaca şunu diyebiliriz ki yaşama hakkı verilen her omurgalı yaratık gibi insan evladı(!,?) da kimi sesler çıkarır. kimisi irtibat kurmak amacı ile çıkarılan seslerdir, kimisi ise anlık anırmalardır.

başı götü belli olmayan bu yazımın amacı olmaması ise ayrı bir mevzudur.

bu arada tayfay-ı muhlis bir bireyini daha askere yollamakta. piçer ve benim atraksiyonalizm akımına attığımız ilk adımda inanılmaz derece de payı olan, kadim "dostumuz" , sevdiceğimiz pörç... piçer kardeşimizin deyimiyle -bu ara çok alıntı yapıyorum senden. oran buran oynamasın- arkamızı çok rahat bir şekilde dönüp, sırtımızı asla dönmeyeceğimiz 3-5 kişiden biri olan "förç" kısmetse 20 güne, vatani görevini yapmak üzere yanımızdan kısa bir süreliğine ayrılacak. daha önce en az pörç kadar değerli olan kankilerin kankisi "burtifon"dan aldığı telkinlerle bu kutsal görevi başarıyla üstüne düşen kısmını yerine getirecektir. reis ve cici annemizin bir tanecik çocuğu olan förçe bu zorlu ama şerefli süreçte kolaylıklar dileriz.

22 Ekim 2009 Perşembe

Bu Kavgada Herşey Olur

tarih yine 2003 - 2004 arası bi yerlerde

Vol 1. pörç çagoyu kovalıyor. çagoyu dikkatle izliyoruz

Vol.2 tinerci 1 tinerci 2 nin alanına girmiştir. ahmar kardeşimiz anlatıyor.

Yeşilçam a Emek Verdim

yine 2003 sonları 2004 başları. tayfa sinema sektöründe hızlı bir yükseliş hedeflemekte. fekat teknolojik, meteorolojik ve coğrafik koşullar pek uygun değil.

bir de kaan ın esprisi var: çıkın lan kameranın önünden

pörç ün cevap çok net

Rotten com a Koyacaklar

tarihler yine 2003 sonu 2004 başı. pörç kardeşimiz olanları anlatıyor. onun ağzından dinleyelim

Gebertirim Seni Ha Terbiyesiz Herif

tarihler 2003 sonunu veyahut 2004 başını göstermektedir. pörç kardeşimiz yalova tigemden dondurmacıların oraya kadar süren 5000 metre yarışında koşmaktadır. törtıl kardeşimiz de televizyondan avrasya maratonunda gördüklerini uygulamaya geçirmek ister akabinde olaylar gelişir

20 Ekim 2009 Salı

gadana abla

"güçlü kalemimi" bundan sonra boş mevzular için kullanıcam. köpekler yahu bildiğimiz köpecikler... oraya buraya her yere kaka yapmışlar. çok ayıp , kızdım. sinirimi yanıma "pisi pisi" şeklinde çağırdığım kedinin kafasına attığım "tekmik" ile savuşturmaya çalıştım , yetmedi. kimisi de beyaz kaka yapmış. beyaz da kaka mı olur ulan? kakanında bi ağırlığı vardı eskiden, raconu vardı sıçmanın. nerde o eski kakalar...

ilginç olaylar yaşadım ben bugün. değişik kokular aldım. vapurda güvertede inceden kitabımı okurkene - entellektüel birikim kolay oluşmuo bro! yok yok can sıkıntısı yoksa okumucam yane - arkamda oturan "gadana abla" her ne kadar kendine has güzelliği olsa dahi o fevkalade kokusuyla beynimi uyuşturdu. inceden esen imbat eşliğinde kadıköy sırtlarını toplamaya başlayan gadana 45, beşiktaşa kadar başka nereler bilmem ama beni yerle bir etti hatta "darman durman" dahi oldum. ter denen dışkı sıvı genelde tüketilen ve yanmış olan besin maddesinin esansından esameler taşır, fekat o gelen kokunun nasıl bir besin maddesinden kaynaklandığını ben çözemedim. sabah kahvaltısında uranyum içtim yanında da bi kaç dilimde zirkonyum götürdüm fena gaz yaptı hafız.

aydın boysan çok kral adam yaa. aynı masada oturum bi kaç duble birşey içebilmek için o "gadana ablanın" koltuk altlarına buse dahi kondurabilirim. eski demcilerden hem de en eski. rakıyı okuyan bir insan , ağzıyla içip hayatın farklı tadlarından ortaya bir karışık atıp, yaptığı betimlemeler ile insanı kendi dünyasında büyük bir girdaba sokabilen bir insan. fenafillah seviyesine çokdan oturmuş ama mütevaziliğinden bir gram ödün vermemiş bu zat-ı muhterem üslupu ile de gönüllere taht kurmuştur. bi an düşündümde beraber demlenebilmek için ben o "gadana abla" ile çılgınlar gibi sevişebilirim yahu...

18 Ekim 2009 Pazar

Bazı Bazı..







Biji Serok Apo senin ta aq.

Bu yazı askere yazıldığım için değil 16 ekim cuma günü vizyona giren tamda bu açılım sürecinde barış gibi söylemlerin olduğu yoğun bi gündemde yayınlanmasının maksatlı ve çokda haklı olduğunu söylemeliyim öncelikle sinemacılık açısından değerlendirirsem bu film izlediğim filmler arasında çekim kalitesi, ses ve görsel efektler olarak türk sineması olarak izlediğim en iyi filmdi görüntülerin gerçeğe bu kadar yakın oluşuda filmde oynayan oyuncuların rol yapıyorum ben oyuncuyum tribi olmadan çekmeleridir hiçbirisinin ünlü olmayışı izleyenlere o duyguyu vermekte ve orda oynayanların hepsinin gerçekten yaşayan askerler olduğunu 100%100 biçimde yansıtmasıydı. Şu hepimizin aşık olduğu holivud camiasını yemin ediyorum şu film tokat manyağı yapmazsa hiç bişey bilmiyorum bu senaryonun gerçeğe bire bir oluşu ve senaryonunda kitap metini altyapılı oluşuda seyirciyi fazlasıyla etkiliyo filmden çıkan herkes en az bi 20 dk kendine gelemiyor film olduğunu unutmazsan gel kardeşin paranı iade edicek o bu değil aq dilekçeyi vermeden önce bu film izlemiş olsaydım askerliğimi 2981 yılına erterlerdim gibi geliyo bana :) şaka bi yana içimde ki faşist bi anda uyandı dedim bi tane 3.1 olsa bide sis olucak şimdi allahınızı diye saldırmalıydım ligaya vurduk işide bu film tam bu dönemde o soysuz köpeklerle farklı durumların oluşmasına neden olucaktır ayrıca oraya o karakolu yapan tsk nında o kararları alırken kafalarının boyutunu çok merak ediyorum onun yerine 92 gidenlerin kafalarını kesip aps ile pkk ya yollamaları daha uygun olur diye düşünüyorum film izleyince karakolun yerini görünce ve 2652 mt de kuşun yaşamadığı bölgede o askerler orda tamamen açık hedef ve küçück dağ karakolunda 40 kişi pkk'lı köpeklerin kucaklarına atıldıklarını anladım ve bu sorunun ne kadar büyük olduğunu ve ölenlerin ailelerini sevdiklerini yaşadıklarını ve şuan olanlardan geride kalan şehit yakınlarının neler yaşadığını çok daha iyi anladım türkiyede yapılmış tüm zamanların en iyi filmi hepinizin mutlaka seyretmesi gereken yalnız pkk itlerini güçlü cesur gibi algılamalara neden olabilir cesurlukları tamamen cahilliklerinden ve boku altın zannetmelerinden kaynaklanmaktadır hem üzüldüm hemde gözlerimin yere baktığı bu filmde bu tür önemli bir konunun nerelere taşındığı ve koskaca t.c devletinin ordusunun aciz kalarak 2012 galatasaray başkan adayı apocanın imralıdan maxmur'a barış için gönderilcek ilk grubun hazırlanması emrinin verildiği : (HTTP://www.haberonline.info/news_detail.php?id=4590) şu dönemde herşeyden iğrenir olmamız ve faşist olmak için sevgilimizin verdiği bir kitabın iki tane kırmantozane ' nin çalmasını beklememiz anlamsız geldi bi an son olarak hemen gidiyosunuz ve bu filmi seyrediyosunuz ayrıca yanınızda kim varsa onuda götürüyosunuz haydi devrim çocukları bu ülkeyi üçe bölelim Son olarak NEFES : VATAN SANA CANIM FEDA. filmin tam adı nefes diye başka bi filme gitmeyin aq sonra beyoğlu rüya sinemalarında uyanık ol.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Kariyer net'de Penisini açan çocuk

90' ların sonuydu. Türkiye alabildiğine geniş bir yelpazede internet kafelerin esiri olma konumundaydı, bu ülke teknolojiye açtı. genelde amacından farklı olarak kullanılsada bu internet kafeler bilgi öğrenmek ve merak duygusunu biraz olsun köreltmek değil yetişkinlerin arka sıralara geçip birbirinden çirkin adult sitelerde saatler geçirip kimi zaman kendilerini orda kırmak suretiyle eylem gerçekleştirmesi kimi zamanda orda gördüklerini evlerinde hayaldünyalarıyla birleştirip anlamsız zevk ayinleri yaşamalarına sebep olmuştur.Tam bu dönemin ortasınde çok iyi olduğunu düşünen bi tayfa kariyer net isimli bir internet kafede birbirinden ilginç hatta kimilerinin hayal bile edemiyeceği kadar tuhaf anlarla günlerini hatta yıllarını doldurmaktaydılar bu olayların adli bir olaya dönüşmesi an meselesiyken gençler daha başka dallara ve branşlara yöneldiler ama bu çocukların tek bir noktası vardı birlikte olduklarında asla amaçlarının olmayışıydı kısacası ne güzargahları vardı nede nereye gidelim soruları sadece ayaklarıyla hareket eden ve bunun yaparken beyin denilen organı asla devreye sokmayan mutlu ama aslında bir hiç olan bu tayfa hala görenlerin haklarında : gay mi lan bunlar ? bunlar hatta babalarının benim olum gay dedikleri çocuklar bunlar. Velasıl bu internet kafenin işletmecisi emekli karı koca öğretmenlerdi bilgisayarın b si değil kablosunun k sinden anlamayan bu ikili öncesinden sıcak sonrasında inanılmaz depresif bi halde davranıp müşteri işletmeci ilişkilerinden çok uzaklaşan ( gelenlerin etkisi çok fazla ) ve bu çocukların oraya hep gelir haldeyde internet kafenin bi zümresi vardı bir bilgisayarda devamlı fifa oynayan akli dengesi yetersiz bir genç çok nadir gelen güzel tatlı hatunlar ve manyak bir ilkokul öğretmeni olan periydi ve tabi bu şuursuz gençler en coyf adlı oyunda hayatlarının ölüm kalım meseli gibiydi oyun süreleri 2.5 saat sürmese bile oyun kritikleri en az 8 9 saat arasında sürmekteydi hatta birbirlerine mesajla bile oyun hakkında sorular suclamalar yöneltmekteydiler velasıl , yine klasik muazzam bi ancoyf maçında kanlı savaşın sonlarıdır ve bi taraf yenilmektedir yanında ancoyf'u sevmeyen arkadaşı mex ve rex oturmaktadır mex'in birbirinden asker yapmak için et isteyen arkadaşlarına yaptıgı neden et istiyosun lahmacun mu yapıcaksın espirisi litaratürde yerini çoktan almış takımın 4 5 yılında devamlı söylenen gün kurtaran cümle olmuştur bu üçlünden rex ve tex hazin sonlarını beklemekteydiler ki yanda oturan güzel kıza aldırış etmeden tex'in yaptığı akıl almaz hamle yenilginin havasını tamamen dağıtmıştı evet penisini kaldırmış ve dışarı çıkarmıştı ve kimseye seslenmeden öylece ekrana arada da arkadaşlarının suratlarına bakıyordu bunu gören dostlarının yapmış olduğu gülme diye tanımlanan ki bunların arasında o ölmeydi ve ya komaya girmek hatta ve hatta yarılmak (bu tabirlerde onların ne kadar tuhaf olduklarının göstergesidir) ben duyduğum kadarıyla aktarıyorum internet kafede önünde normal zeka bir strateji oyunu açık koşan paladinlerin yanan kalelerin önünde penisini 10 larca insanın içinde dışarıya çıkaran bir psikolojiden bahsediyorum bu olaylara orda oynarken tanık olan birisi olarak geleceğimden ve yaşadığım çevreden şüphe ettim ne olursa olsun bi insan daha çıkıp terörist bile olsa bir toplukta aletini de ne kadar severse sevsim oyunun yenilgisinin hırsını böyle bi eylem yaparak sonlandıramaz ve arkadaşlarına da bu duruma sadece saatlerce gülerek kayıtsız ve seyirci kalmalarını beklemesi ve bundan hoşnut oluşları düşündürücü nokta dahası ona destek verdiler bu tür tayfaları oluşturan kişiler amerikan pastasından gördüklerimizden daha yaratıcı daha fırlama ve dahada ülke boyutlarını zorlamaları hikayede real olan tek şeydi aslında ; ASLINDA ONLAR İNANILMAZDI Bİ BAKIMADA ONLAR HİÇ BİŞEYDİ .

6 Eylül 2009 Pazar

Top Kaçma Sorunsalı

Gelişen bilişim teknolojileri sebebiyle sayıları giderek azalsa da, ağabeylerinden (yani bizden) kalan bu kutlu direnişi sürdürdükleri için kendilerine bir nebze de olsa destek olmak amacıyla bu yazıyı yazıyorum. Her şeyin ‘açılıp’ saçıldığı bu günlerde mahallenin piçlerinin de biraz açılıma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Her mahallenin hala haklarını saklı tuttuğu bir piç kontenjanı vardır. Bu mahalle piçlerinin bütün işleri dört tane taş ve bir top bulup çift kale maç yapmaktır. Kendi içinde pek çok kural barındıran bu oluşumun onlarca yıldır süregelen en büyük sorunu bilindiği üzere top kaçması vakasıdır. Bu anlar mahallenin piçlerinin ‘ her koyun kendi bacağından asılır’ anlarıdır. Ve bu anlarda genel geçer tek bir kural vardır, o da ‘atan alır’ dır.

Topun sahibini en çok huzursuz eden şey topun nereye kaçacağıdır. Çünkü top dediğimiz şey yuvarlak, topa vuran mahalle piçleri de dengesiz olunca şizofren bir çocuk düşmanı olan yan komşunun bahçesine de kaçabilir, çirkin bir bayan kuaförünün camına da çarpabilir bu top. Bu anlarda mahallenin piçlerinden her hangi birisinin esnaf tarafından boğazlanmasındansa, topun kesilmesi kabul edilebilir bir diyettir. İşte bunu herkes gibi topun sahibi de bilir. Bu onu dehşetle rahatsız eder. Dahası arkadaşlarının onu topu var diye sevdiğini ve takıma aldığını bildiği için top ortadan kalkınca kendisinin de sosyal bir çöküntü yaşayacağını bilir. Mahallenin piçlerinden birinin boğazlanması onu pek ırgalamaz bu yüzden.

Açılımımızın esas oğlanları mahalle piçlerinin esnaf, komşu gibi doğadaki rakiplerinden başka bazen doğrudan doğanın kendisiyle de mücadele etmesi gerekebilir. Yine bu sorunlarının başında gelen denize, dereye ya da göl gibi başka bir su birikintisine kaçan toplar vardır ki bunlar da piçlerimizi epey uğraştırır. Özellikle deniz ve dereye kaçan toplarda su birikintisi epey hareketli olduğu için piçlerimizi kafa ve beden olarak çok yorulurlar, ama asla vazgeçmezler. Bu anlar piçlerimizin bir Arşimet, bir Nivtın hatta bir Aynştayn olduğu, bütün ihtimalleri hesaplayıp topu en hızlı ve en az hasarla nasıl alacağını kestirebildiği, hatta dikkatli bir bakışla binlerce yıl öncesinin avcı - toplayıcı toplumlarının izlerinin görülebileceği anlardır.

Piçlerimiz top kaçma sorununu en aza indirebilmek için çeşitli yöntemler geliştirmiştir. Bunlardan ilki bahsettiğim gibi ‘kişi kendini bilmeli’ temalı ‘atan alır’ konseptidir. Buna ek olarak bir de ‘üç korner bi penaltı’ konsepti vardır ki bu da kısıtlı alanda top oynamak zorunda kalan mahalle piçlerinin kornere tenezzül etmemesi ve çıkan her topu kaleciye aldırma çabasının bir tezahürüdür. Bu sebeple de kimse kaleye geçmek istemez. Kimse kaleye geçmek istemeyince ‘minyatür kale’ konsepti devreye girer ve o andan itibaren de ‘bel üstü gol olmaz’ kuralı geçerli olur. Bel üstü gol olmaz da pis burun vuran, abanan, yeteneksiz olan fakat kendini Oscar de la Javier Bawierra zanneden, genellikle mahallenin piçlerinden birkaç yaş büyük olan, asla ve asla ‘atan alır’ konseptine uymayan kişiliklere karşı geliştirilmiştir.

Bu onurlu direnişin çocuklarının sorunları bu kadarla da sınırlı değil tabi ki de. Kendilerinden kemik yaşı olarak epey büyük olan fakat akıl yaşı olarak aynı şeyleri söyleyemeyeceğimiz pek çok kişi de ‘bi kafalık at bakıyım’ , ‘ver bakiyim bi sektiriyim’ gibi cümlelerle piçlerimizin topuna salça olurlar. Bu kişiler genellikle pazarcı esnafı olur. Piçlerimiz de ‘bi sektir git dayı’ demek yerine eriklerle çileklerle ödeşme yoluna gider.

Eğer top oynanan yer sokak arasıysa ve sağlı sollu park etmiş arabalar mevcutsa, mutlaka bu arabalardan birinin sahibi balkonlardan birine pusuya yatmış, elinde sınaypırıyla beklemektedir. Piçlerimiz bu anlarda arabaların en çok ayna ve anten gibi çıkıntılarına dikkat etmeleri gerektiğini bilirler. Çünkü onlar avcı oldukları kadar av olmanın da ne demek olduğunu bilirler.

Besin zincirinin ve enerji döngüsünün küçük bir yansımasıdır mahalle araları. Piçlerimiz top kovalar, kız kovalar, sapanla kuş kovalar, kedi kovalar; kuaför, araba sahibi, şizofren komşu da onları kovalar.

Hafta sonu uykularımızın katili de olsalar, kafamıza top gelir korkumuzun sebebi de olsalar, salak salak her şeye gülüyor da olsalar, kendimizden birer parça bulabildiğimiz için yaşatılmalıdır mahallenin piçleri ve onların top kaçma sorunsalı . Bu yaşam alanının devamına inandığımız için, bir çocuğun hayatı sokakta öğreneceğini bildiğimiz için, çocukluğumuzu iyisiyle kötüsüyle toplamda çok güzel hatırladığımız için diyoruz ki ‘sadece rolleri değiştirdik, yerimizi onlara bıraktık. Biz şimdi top kesen kuaför, arabasını gözetleyen balkondaki adam, çocuk düşmanı şizofren komşularız. Sadece orada olmayı sevdiğimiz, bunun bir parçası olmaya kendimizi zorunlu hissettiğimiz ve en önemlisi hala çocuk kalabildiğimiz için.'

6 Temmuz 2009 Pazartesi

50 Yıl Sonra Aynı Yerde

Çimlerin üzerinden ağır adımlarla geçerek deniz kenarına kadar yürüdü. Arkasında bıraktığı koca bir ömür, omuzlarında birikmiş yüzlerce anı, bu deniz, bu kayalık bu kaçıp kaçıp geri dönme içgüdüsü… Ne kendisinden, ne yaşadıklarından ne de bu şehirden kaçabiliyordu. Aslında öyle bir amacı da yoktu. Hayat ona başka bir seçenek de bırakmamıştı. Geriye bir tek o kalmıştı ve artık kaçmak yaşattığı bütün insanlara ihanet etmek gibi olacaktı.

Gözleri pek iyi görmüyordu artık aslında ama denizin öte yanındaki büyük şehrin ışıklarını ezbere biliyordu bu kayalıklarda bira içmeye başladığından beri. Yanında, karısının ölmeden bir yıl önce, otuzuncu evlilik yıldönümlerinde hediye ettiği köpeği oturuyordu. Kafasını okşayarak ‘’sizin yaş hesabına göre artık yaşıt sayılırız be ‘Aga’. İşte şimdi isminin hakkını veriyorsun’’ dedi. Bütün bir çocukluğun ve gençliğin özeti olabilecek bir kelimeydi. Köpek sanki bunun ağırlığını hissediyormuş gibi, konuştuğunda her zaman sahibinin yüzüne bakmasına rağmen bu sefer bakmıyordu.

Adam elindeki biradan bir yudum aldı, Aga’nın gözleri karşıya bakıyordu, denizin öte yanındaki şehrin ışıklarına. Adam da öte şehrin ışıklarına daldı. Işıklar yanıyor, ışıklar sönüyordu. Karşıda yaşanan milyonlarca hayat vardı. Aralarından bir ışığa dikkatlice baktı adam. Sevdi ışığı. Ama ışık sanki uzaklaşıyordu ondan. Şehrin ışıkları arasına karışıyordu git gide, diğer ışıklardan bir farkı kalmıyordu sanki. Adam işte, yaşlıydı ya gözleri iyi görmüyordu artık. Bir birayla kafası güzel oluyordu ya da artık. Ama yok yok onun kafasını güzel yapan başka şeyler vardı.

Öte şehrin ışıklarını izlerken gözleri dolmuştu, Aga kafasını adamın dizine dayadı sessizce. Gözleri yaşardıkça ışıklar boyut değiştiriyor, yeni anlamlar kazanıyordu. Tam bu sırada öte şehrin bir yerinde havayi fişekler atılıyordu. O an sanki adamın iç dünyasında kopan fırtınanın yansımasıydı. ‘’belki’’ dedi, ‘’belki eski bir dostun çocuğunun düğünüdür, hatta belki de torununun …’’ belki de çok uzun yıllardır görüşmediği bir dostuydu o. Kimse bilemezdi. Çünkü bilecek kişiler artık yoktu.

Gözlerini kapadığında elli yaş gençleşiyor ilk gençlik yıllarına dönüyordu. Yaşlanmıştı ya gözleri kapalıyken daha iyi görüyordu. Zaten insan gözlerini neden kapatırdı ki, her şeyi daha iyi görmek için değil mi? Görecek bir şey kalmadıysa gördüklerini hatırlamak çoğu zaman daha iyi hissettiriyordu ona.

Gözlerini kapadığında dostları yanındaydı, henüz hatalar yapılmamıştı, yapılsa da kabul ediliyordu henüz. Araya yollar, yıllar girmemişti. Belki hayatla tanışılmamıştı, parayla tanışılmıştı belki ama para kazanma hırsıyla tanışılmamıştı daha, ekmek tam ortadan bölüşülüyordu şarap aynı şişeden içiliyordu, sigarayı bağlıyorlardı azalmaya başladığında.’’ İşte’’ dedi ‘’oradasınız, benimlesiniz hala, ne kadar gitmek isteseniz de,ne kadar göndermek istesem de ordasınız ulan’’

Yıllarca en yakın dostlarına en erken kendisinin öleceğini söylüyordu ama kader en sona onu bırakmıştı. Bütün sevdikleri giderken bir yandan git gide yalnızlaşıyor bir yandan da git gide kalabalıklaşıyordu. Gözleri açıkken göremiyordu belki artık ama kapadığında seslerini duyabiliyordu. Bütün sitemleri, küfürleri, şakaları, tezahuratları, şarkıları türküleri, bütün o rakı sofrasındaki muhabbetleri, biraz daha gençlik yıllarından kalma bütün o kayalıklardaki, manzaralı tepelerdeki muhabbetleri duyabiliyordu. Güzel günleri hatırladıkça gülümseyebiliyordu hala ama o hatalar da peşini bir türlü bırakmıyordu. Sade kendi hataları da değil elbet diğerlerininkiler de. ‘’ Ulan’’ dedi ‘’tamam aramız hiçbir zaman iyi olmadı ama sırf bu yalnızlığı tattırmak için mi tutuyorsun beni hala burada? Biliyorum sen daha yalnızsın üstelik senin kankan falan da yok, sonuçta emir komuta zincirinin tepesindesin, ama anlamadığım bir şey var; madem her şeye gücün yetiyor, hangi azaptan geçerek tanrı oldun?’’

Azap vardı artık, cehennem azabı değildi yalnız, bu azap başka türlü bir azaptı. Bütün bir ömrün çetelesini tutmaya başlamıştı kafasında. Öte tarafa gönderdiği bütün sevdiklerinin parçaları içinde birikiyordu sanki. Her bir zerre için bir kere daha fazla çalışıyordu kafası. Belki de ömrü boyunca hiç düşünmediği, düşünmeye fırsatının olmadığı ya da düşünmeyi ertelediği şeyleri düşünmesi için en sona o kalmıştı. Şimdi hepsinin yerine düşünecekti her şeyi çok da dürüstçe. Belki de azap çeken fakat adaletli olması gereken bir tanrı olmaktı amacı. Zaten tanrı olmaya çalışmayacaksan inanmanın ne anlamı vardı? İnanç aslında güvenmek değil miydi?

Gözlerini açtığında tekrar yetmiş iki yaşında olduğunu anlayınca şaşırdı, oysa demin daha yirmi ikiydi. ‘’Hayat işte, boşuna demiyorlardı bize ‘gözünü bir açmışsın geçmiş olacak’ diye’’. Ama bu göz açıp kapamanın tek taraflı ve tek boyutlu olmadığını da fark etti. Evet hayatı göz açıp kapayana kadar geçmişti belki ama bugün de gözlerini kapadığında eskiye dönebiliyordu.

Gençliğinde yaptığı gibi yaz boyunca her gece o deniz kenarındaki kayalıklara indi. Eskisi gibi içemiyordu tabi ama bir bira mutlaka alıyordu. Asıl önemli olan farksa eskiden sevdikleri yanındaydı, şimdiyse içinde yaşatmak zorundaydı onları. Ve bir de tabi bütün bir gençliğin özeti olan ‘Aga’ yanındaydı, aslında onunla dertleşiyordu iç dünyasındaki kişilerle konuşurken.

O yaz kendisiyle ve içindeki dostlarıyla adam akıllı dertleştikten sonra yaşanan bunca ömrün son kırıntısının kendisi olduğunu fark etti ve en sona belki de bu yüzden kaldığını düşündü. Yaşananlar kainatın anlamsızlığı içinde kaybolmamalıydı. Hayatının yeni amacı buydu. Gözlerini kapadı. Dostları oradaydı. Yollarının kötü ayrıldıkları da oradaydı, son nefesine kadar ayrılmadıkları da. Hayat bu işte hepsini seviyordu. Kötüleri hatırlamıyordu. Belki de hatırlamak ve hatırlatmak istemiyordu. Dünyadan kopardığı o kadar kahkahanın, o kadar göz yaşının, o kadar şarkının, şiirin, o kadar sevginin, o kadar nefretin ödemesini yapmanın zamanıydı. Dünyadan aldıklarını tekrar yerine koymalıydı ki, başkaları da bu gürül gürül akan hayat ırmağından testisini doldurabilsin.

Kalemi ve dili artık çok daha kalabalıktı.

9 Haziran 2009 Salı

taxi driver

günümüz dünyasının karakter kontenjanını çok iyi bir şekilde doldurmayı kendilerine bir borç bilmiş taksi şöförleri üstüne bi kaç bişe karalamak sanırım benim de hakkım. değişik kategorizasyon işlemleri yapılıdğı zaman aslında taksicilerin ne kadar da çok ortak noktaları var diyebileceğiz.

1. hemşeri arayan takiciler: bu tür it sürüsü gibi nüfusunu tavana vurdurmuş türdür. hemen hemen 3 taksicinin 2 si bu türün mensubu olmakla beraber coğrafya ve tarih bilgisi ile göz doldurmaktadır. hepsi kars digora karşı ayrı bir ilgi duyar. bıyıklı, kalın kaşlı ve ağızlarında yıllardır duruyormuş izlenimi veren o izmaritli çatlak dudak imajı ile direk zihinlerde
yer etmiştir bu tipler. taksinin kapısı açılır açılmaz gözleri parlar ve heyecanla soruyu soracağı dakikayı heyecanla bekler. genelde şöyle bir dialog geçer

(t for taxi şöförü, x for x men)
t: nereye?
x: koşuyolu abi.
t: koşuyolunda çok erzincanlı var (sanki nüfus memuru amk. çetelesini mi tuttun godoman). sen "nerelisen"? (sanki şiir yazıyorda kafiye arıyor. yapı nerelisin hatta nerede doğdun. nerelisen diye bir yapı varolmadı)
x: ...(duymamazlıktan gelinir)
t: "DİGORLU"MUSAN GARDAŞŞŞ?
x: sağda müsait bir yerde abi.

2. zamanında en kralı bizdik koçum şeklinde takılan taksiciler: yalan atmayı şiar edinmiş bu tip, fiziksel görünüş olarak ikiye ayrılır. bıyıksız bakımlı genç olan ve kaytan bıyıkları ile ön koltukta oturan müşteriyi gıdıklayan sapık ruhlular.bıyıksız olanlar daha çok zamanın en çapkını bizdik, cengiz hanın torunlarıyız dokunmadık popo bırakmayacağız şeklinde ahkam keserler. kaytanlar ise zamanında buraların deli tayfunu bendim, sıkılmadık topuk bırakmamıştık, 82 leşim var
194 sene mapus yattım ayaklarındadır. şizofrenik yapıya sahip olan bu tür izlediği filmlerdeki karakterleri kendisiymiş gibi görür ve öyle izler.

t: zamanında ahu tuğba ile kankaydık. telefon açardı rasim nerdesin? ne oldu ahu canın yine ne istiyor? dialoglar böyleydi.
x: vay be abi.gençliğinde daş gibi garıydı demi abi? (biz onun gençlik filmlerini izleyip izleyip kendimizi kırıyoruzun biraz daha nazik dille söylenmiş versiyonu)
t: koçum yok be onun memeleri hep pörsümüş portakal kabuğu tadındaydı. ( sanki yıllarca memesinden beslenmiş godoman. koskoca ahu tuğbanın koskoca memelerine sölenecek şey mi yahu) ama iyi sevişirlerdi.
x: hade be ciddi misin abi? (gaza getirmek amacı ile kurulmuş pek bi anlamsız cümle. tabii ki ciddi değil adam ne kafası yaşıyor belli değil)
t: köpek gibi zikişirlerdi. (ahlak kurallarını korumak amacı ile "z" ile yazmadım. adam karikatür dergisinden fırlamış bir karakter olduğundan gerçek hayatında öle konuşuyor) ahu bi de kokardı. leş gibi hem de. sevişirken midesi bulanırdı insanın. (ulan senin götün kokmuş it herif. ahucum koksa koksa gül kokar papatya kokar. ayrıca dialog başlarken kankaydılar 5 dakka sonra sevişmeye başladılar. bu adam beynini eritmiş)

3. dilimi kestiler, ben brüdanım misali takılan taksiciler: taksiye girilen ilk andan son saniyeye kadar tek bir cümle kurmazlar. bakışları ile dertini anlatmaya çalışan bu tür aslında pek bir asosyaldir. tek eğlenceleri o fevkalede teyplerinde ankaranın nadide sanatçılarından kaltak hatice ve pezevenk turgut kasetlerini dinlemektir. o mükemmel olabilitesi monolog
şöyledir

t: ...
x: maltepe mopaşın oraya abi.
t: ...
x: rica etsem müziğin sesini kısabilir miyiz?
t: ...( aile bireylerini çoktan fantezilerini soktuğunu gösteren fena bir bakış)
x: sağda müsait bir yerdet: ...

4. edebiyata düşkün ensesi kalınlar: bunlar genelde biz zamanın beyefendileriydik, istanbula fatih ile beraber girip bugüne kadar tdk yararına çalıştık ayaklarında takılırlar. kurmuş oldukları şaşalı cümleler ile edebiyatçıyız dekoru yaparlar. fakat bir kısmı argo kelimeler ile yazdıkları şiirler ile göz doldururlar.

t: koçum benm şiir kitabım bile var.
x: vay be abim yakışır.
t: dur birini okuyayım sana. (boşver be abi okuma kafamızı sikiceksin gerek yok)
şarabıda içtim
üstüne esrarı da çektim
her çekişimde kaltak seni özledim
senin için ben ne boklar yedim
x: vay be abi güzel olmuş. (bu şiiri yazdığın kadın kesinlikle sana köpek gibi bağlanmıştır) sağda inelim abi. (kaçma çabası)
t: dur bak gençler sizin hayat felsefenizi değiştirecek bir şiirimi de okuyayım sonra inin.
aşık olma sikilirsin
aşık et doya doya sikersin
x: yolumuza ışık tuttun be abi bu eserinle saolasın. (çok sanatsal olmuş pis sapık)

5. ahlak polisleri: bu tür akıl vermekle yükümlü olduğunu zanneder. kendi kafasında oluşturmuş olduğu türü yaratmaya çalışan bu tür pek bir sinir bozucudur. genellikle "sen müslüman değil misin" şeklinde girip olayı çok salak bir yere bağlar. evde karısının ne yaptığı ne ettiği belli değildir. kızının berkcanların partisinde kaç kişiye kucak dansı yaptığının haddi vardır
hesabı yoktur, ama yine de abimiz bize ahlak dersi verir. sen ilk başta içindeki pis düşünceleri yok et fahişe bebesi.

6. formula pilotları: pek bir heyecan tutkunlarıdır bunnar

7. hoş sohbetler: taxi metreyi kapasa da hiç inmesem dedirtirler.

8. babacanlar: abi 2 ytl eksik dedikten sonra abinin vermiş olduğu babacan tepki ardından kulun köpeğin olayım abim ile biter.

9. bölücü kürtler: her boka burunlarını soktukları gibi bu sektörde de hızlı adımlar ile ilerlemektedirler. biz bunların karşısında durmasını bilmediğimiz sürece ağzımızın en orta yerine sıçmaya devam da edeceklerdir. bu konuşmayı bilmeyen, darwinin evrim teorisini teorilikten alıp kanun haline getirebilecek kapasiteye sahiptirler. maymundan gelip evrim dahi
geçirmedik biz direk maymun kaldık diyen bu cins hayatı boyunca zerre kadar ileriye dönük hareket etmemiştir. toplum huzurunu bozmaya çalışan bu pis sapıklar taksisine binen hanımlara cinsel organlarını göstermek koşulu ile tacizin dibine vurmuşlardır. büyük bir kuyruk acıları var herhalde içlerinde kalmış. zamanında inşaat köşelerinde artık başlarına mı bişe geldi yok bi taraflarına "baş" mı geldi belli değildir. arabalarındaki o leş koku doğal esanslarıdır. ütopyanın orta yerine sıçmık şeklinde sıçramış olan kürdistan adlı deli saçması kavramın içinde yaşadıklarını zannediyo olacaklarından araba içinde ne türkçe müzik dinlenir ne de türkçe dialog geçer. bu tiplerin sadece taksicilerine değil alayının köküne kibrit suyu. siktirin gidin birbirinizin bokunu yiyin şerefsiz hainler...

dip not: yazının son başlığı biraz çemkirik oldu. hayvanların ne kadar feci hayvan olduğu geldi de aklıma tutmadım. kuş beyinli götlekler...

dip not 2: yazılabilecek bir kaç tür daha vardı. fekat yazı gereğinden fazla uzun oldu zaten.

6 Haziran 2009 Cumartesi

obama zenci değildir

bölüm 1
gözlerinizi kapayın

öncelikle gözlerinizi kapayın ki anlatacağım masalı daha iyi dinleyin.

hani eski bi afrikalı mı kızılderili mi ne demiş ya ''beyaz adam geldiğinde bizim elimizde topraklar vardı onların elinde incil vardı, bize gözümüzü kapatıp dua etmemizi söylediler. gözümüzü açtığımızda incil bizim elimizde topraklarsa onların elindeydi'' diye işte bugün de oynanan oyun aslında pek farklı değil. ama ben böyle bi niyetle istemedim gözlerinizi kapamanızı. sadece hani o her hafta tarihi bir konuşma yaptığı iddia edilen barak 'hüseyin' obama nın konuşmasını gözünüz kapalı dinlemenizi istiyorum. sizce konuşan gerçekten bir zenci mi? evet evet iyi dinleyin. konuşan bir zenci mi? bob marley mi böyle konuşuyordu yoksa john lee hooker mı? bu tonlama, bu ağız tupac ın mı yoksa martin luther king in mi? bu ses iyi eğitim görmüş götü kalkık bir wasp tan başkasının değil. bu saatten sonra yok sultanahmette kedi sevmeler, yok benim adım hüseyinler, yok ezanlarla büyüdümler, yer miyiz lan biz bunları???

bölüm 2
zıtlıklar aslında aynı şeydir

acaba sistem bir çıkış noktası mı arıyor?

herhalde dünyayı ve dahi amerika birleşik devletlerini yönetenin amerikan başkanı değil, çokuluslu şirketlerin başında bulunan; asla doymak bilmeyen ve bilmeyecek olan o 3-5 aile olduğunu bilmeyen yoktur aramızda. biraz daha düşünelim. ırakta 6 yılda 1 milyon erkeğin kadının kızın oğlanın doğmamış çocuğun ölümüne sebep olan şey neydi? duyar gibi oluyorum. petrol. sadece petrol mü? bunu duyamıyorum galiba. tabi ki hayır. amerikanın silah sanayinin ürettiği mermileri tankları topları tüfekleri bir şekilde eritmesi gerekiyordu. hımmmmmmm galiba biraz daha düşünürsek yeni silahların üretilmesi, fabrikaların çalışması, sistemin iflas etmemesi için üretilmiş olanların nerede tüketileciğini bulabileceğiz. ırakta olabilir mi acaba? zaten bu müslümanlar it gibi ürüyo şunlardan şöyle 1-2 milyon kessek kimsenin sesi çıkmaz baba. fazla uzatmadan dönüyoruz bir bakıyoruz ve ne görüyoruz? aaa çok ilginç obamanın seçim kampanyasına destek veren sermayedarlar da ırak a demokrasi götüren sermayedarlar. herhalde şimdi de abd ye demokrasi götürüyorlar diyip işlerine fazla karışmıyoruz.

bölüm 3
japoncada krizle fırsat aynı kelimeymiş

peki krizin asıl sebebi neydi? krizden en çok etkilenen kim olacak?

kriz aslında üç beş tane gerizekalı bankacının beceriksizliğinden falan ortaya çıkmadı. bunu kabul etmemiz gerekiyor. bu kriz liberalizmin bizzat kendisinin sorunudur. sistem artık tüketilenden fazlasını üretmektedir.bu da onun intiharı olacaktır. evet belki biraz ertelenebilir ama sonuç değişmeyecektir. insanların artık yeni bir araba, yeni bir laptop, yeni bir cep telefonu almak için çok fazla sebebi yok. peki ya üretilenler ne olacak? daha önce üretilip tüketilemeyen mermilere tüfeklere ne olduysa onlara da o olacak. acaba orta doğuya serpiştirilebilir mi?
şimdi tekrar başa dönüp bir daha soruyoruz. krizden en çok kim etkilenecek? hımmmmmmmmmm düşünüyorum ve aklıma nedense misisippi deki zenciler bir de orta doğudaki müslümanlar geliyor. olsun be hacı nası olsa başkan zenci göbek adı da hüseyin açlıktan ölsek gıkım çıkmaz artık. zaten vanda kurban da kesmiştik başkan seçildiğinde.
neyi fark ediyoruz? gerçekten de krizle fırsat eş anlamlıymış. sistem bu krizi de hemen daha fazla sömürmek için fırsata dönüştürmüş ve sömüreceği insanları başkan yapmış. daha önce ne demiştik? zıtlıklar aslında aynı şeydir.

bölüm 4
babadan oğla kalmayan sucuk

sistemin bize öğrettiği şey

şimdi reklamlara dikkat edin çok daha çıkarcı çok daha bireysel çok daha egoist değil mi? bi bakıyorsunuz fest fut reklamlarındaki eleman arkadaşının hamburgerini yemek için devasa kartalını kullanıyor, bi bakıyosunuz sucuk reklamlarındaki baba sucukları çocuğuna bırakmadan bitiriveriyor. bize verilen mesajın farkına vardınız mı? hem de en hayvani duygumuza gönderme yaparak öğrettikleri şeyin farkına vardınız mı? en yakın arkadaşınızın hamburgerini yemek için onu gebertin ya da geberttirin, hele bi de mangal falan yapıyosanız oğlunuzu uzağa gönderip sucukları hemen bitirin. halbuki ortada atlatılmak istenen bir kriz varsa yemeğinizi paylaşın denmesi gerekmez miydi? ama hayır siz birbirinizi öldürün ki bizim de sizi öldürmemiz meşruiyet kazansın.

bölüm 5
yeter aq uzattıkça uzattın

sadede gel lan

netice şudur ki sistem daha çok sömüreceklerine sempatik gelecek bir başkan seçmiştir. bu aslında onlar için bir uyarıdır. kaç ay geçmiştir hala bi boku değiştirememiştir, değiştiremeyecektir de. çünkü sorun sistemin kendisindedir. yıkılacaktır. ama sistem intihar etmek yerine can çekişmeyi tercih etmiştir ve uzatma dakikalarını oynamak için de orta doğuyu seçmiştir. göreceksiniz obamanın görevi aslında orta doğunun tamamını sistemin pazarı haline getirmekten başka bir şey değildir. ne demiştik? sistem artık tüketilenden çok üretiyor. o zaman yeni pazar gerekmektedir. obama bunu yapmaya çalışırken yakışıklılık, sempatiklik, zencilik gibi maskelerinden müslüman olanı seçecek ve bölge halkına sempatik görünmeye çalışacaktır.

şimdi bir daha soruyorum, bu şartlar altında, 50 yıl önce otobüslere cafelere konserlere alınmayan, yüzyıllar boyu kan kusturulan, pazarlarda satılan, hayvandan bile aşağılık görülen bir ırkın temsilcisi midir obama? eğer öyleyse neden sistemin kurtarıcısı olmaya kalkmıştır? onu ve yedi ceddini sürüm sürüm süründüren bu sistem değil miydi?

hepimiz zenciyiz hepimiz etoo yuz hatta maykıl ceksın bile zenci ama obama zenci değil. aslında obama, yazının başında elinde incille gelip gözlerimizi kapamamızı isteyen o adamdan başkası da değil. çünkü gözlerimizi kapatırsak onun bir zenci olduğunun farkına varmayacağız, gözümüzü açtığımızda ise kriz çoktan fırsata dönüşmüş olacak.

dip not: maykıl ceksın ın özel hayatına da değineceğim ilerde.

26 Mayıs 2009 Salı

Şarkı

tüm o kumdan kalelere sahip olamayınca
hepsini tek tek yıkmak istiyordum
sebebini bilmiyordum ama
incitmek istiyordum

belki de ne kadar sevildiğimi
anlamak içindi
oysa ben sevmekle sevilmeyi
eş anlamlı sanıyordum

bu yüzden hiç bir zaman
kimi ne kadar sevdiğimi
kimin beni ne kadar sevdiğini
anlayamamıştım

bu da bir savunma mekanizmasıydı

bunları anlattığım o kız
beni anlıyordu
sana anlatamazdım
beni anlardın

bu hayatta neyi seviyosam
hepsini yavaş yavaş bırakıyordum
sıra 'ne'yde ve ya 'kim'deydi
bilmiyordum

bir asma köprüden sarkarak
denize bakmak gibiydi oysa
gözlerine bakarken
boynunu öpememek

parmaklarım gün geçtikçe güçleniyordu
ama istediğim bu değildi

daha söylenecek çok şarkı vardı

bir de şiir yazmayı becerebilseydim

22 Mayıs 2009 Cuma

"aliço"nun üstüne (çocukça)

sanallaşmış dünyamın sanal bebeklerine bir kaç bişe karalamadan olmaz. sonuçta bugün 23 nisan hep neşeyle doluyor insan. ne güzel demiş piçer "biz silahları b ye basıp almazdık". günden güne gelişen teknolojiyi yanlış anlayan türk halkı (diğer toplumlarda anlatacğım kavramlar pek de oturmadığı için türk halkından örnek vereceğim) eski rutin davranışlarını bir kenara bırakarak tabiri caizse tam manası ile "MALA BAĞLADI".

güç gösterisi haline gelen "körü körüne teknoloji bağımlılığı" içimizde ki sıcaklığı, samimiyeti, sosyal yaşamı ve benzeri 100 lerce kavramı aldı ve tarihin tozlu sayfalarına gömdü.

babamın çocukluk maceralarını dinlerken içine girdiğim o tatlı , huzurlu havayı daha sonralarında kendi yaşamımda bire bir yaşayamasamda büyük bir kısmına ben de sahip oldum. tatil günlerinde rutini bozmayıp sabah erken kalkıp arkadaşlar ile beraber yaşanılan ilginçlikler ardından mahallece oynanan türlü türlü oyunlar... ardından annenin o sinir bozucu sesi "erdinçççççççççççççç!!! yemek hazır eve gel".

oyun oynardık biz hep birlikte, beton bloklar arasına sıkışmamıştık, site duvarları değildi sınırımız, bizim zamanımızda ümraniye sapığı da yoktu olsaydı da mahalleli abiler döverdi onu. biz ki ahmet abi ile büyüdük, rıdvan abinin maceralarını dinleyerek "level" atladık, ümraniye sapığı da kimmiş. sor bakalım zamane çocuklarını kukalısını da geçtim kaçı artık saklambaç oynuyor? tüftüfü bilen kaldı mı aralarında ki, soralım senin ki kaç dürbünlü(nasılda özene bezene yapardık o dürbünleri,kabzasını. külahları bile özel dergilerden yapardık, kuşe kağıttan)? istop vardı; renklisi -renklisi favorimdi bir önceki yazımda geçen merve üzerinden hareket ederdim ben renk aramaya-, renksizi de mevcuttu. stop değil evladım istop! oyunlara has cümlelerimiz dahi vardı "ortada kuyu var yandan geç".
x - oğlum direk üstü gol değil.
y - siktir lan bal gibi de gol
x - aliye soralım(kendisi topun sahipi olur bi nevi kral)
ali - verin lan topu ben gidiyorum yavşaklar.
şimdiki nesil futbol oynamak istediği zaman bilemem kaç çekirdek laptopunu açıp internet üstünden kurmuş olduğu bağlantı ile kozlarını paylaşıyor. piyasada ne ali var ne de direk üstü tabiri.

misketlerimiz vardı rengarenk. kemik 5 likti dobi vardı bi de 100 lükler , mors muydu neydi o tisco topuna benzeyen. gazoz kapakları , tasolar, futbolcu kartları ... bizim nesil "şok" adlı tv programı sayesinde aylar boyu yollardan bitmiş sigara paketi içindeki alüminyum folyo benzeri nalet şeyi topladı.
x - baba bunnardan 1 kilo toplayana 40 milyon veriyorlarmış!
baba - oğlum kimden duyuyorsun bu safsataları?
x - yaa baba bizim bir arkadaşa vermişler.
baba - nereye teslim etmiş topladıklarını.
x - ...

küçük şehirde büyümenin vermiş olduğu avantajı iyi bir şekilde değerlendirenlerdeniz aslında biz. belki wii, ps3 veya xbox oynayarak büyümedik biz, belki msn de garı gız kovalayamadık en heyecanlı çağlarımızda, belki türlü türlü sitelerde saatlerimizi geçirerek ergenlik sivilcelerimize bir yenisini katamadık o blue çağının engellenemez hızıyla, fotoğraf çeken telefonumuz ile "fors" atamadık ama bizimde tesellilerimiz var elbet. başkalarının yaratmış olduğu hayal aleminin içinde belli belirsiz birer nokta olmaktansa, kendi içimde "he-man" olurum. maceracılık oynadın mı lan sen hiç bebe? kömürlükler üzerinde zıplayıp düşman elinden kurtardın mı hiç arkadaşlarını? hey gidi hey aliço yaşlanmışız be olum, baksana madara olduk sümsüklere!!!

12 Mayıs 2009 Salı

Ütopyacıların Harikalar Dünyası

Heyecanları yüzlerinden o kadar belliydi ki...Sınavları bitmiş, final tatiline girmişlerdi, festival zamanıydı şimdi, artık rutinin dışına çıkmak bir opsiyon değildi onlar için, olmalıydı, farklı bir şeyler yapılmalıydı…

Geçtiğimiz yazlardan birinin en hit parçalarından olan keep on rising, telefondan ısrarla ve olabildiğine sinir bozucu tiz bir sesle yükseliyordu öğrenci yurdunun perdeleri çekilmiş, akşamdan kalma kirli çorap, kirli don ve pastırmalı pizza kokan kasvetli odasında. Arka fonda çalan şarkının etkisiyle güneş,deniz ve bikinili kızların ellerinde kokteylleriyle dans ettikleri o harika rüyası bitecek gibi değildi. Gördüğü rüyayı gerçekte yaşamasının imkansızlığı ve şarkıyı kulaklarıyla duyma gerçekliği arasında bilinci afallamıştı. On saatlik bir uykunun birikimi olan kalın çapaklarını yırtarak gözlerini açmayı başardı. Müziğin telefondan, kızların ise bilinçaltından geldiğini öğrenince hem sinirlenmiş hem de meraklanmıştı. Zoraki kalkıp masadan telefonu aldı, arayan Kaan’dı.

-Nerdesin Batuhan bi saattir arıyorum amk ?
-Kanka uyuyodum ya…
-Oha saat 4 ulan ayı herif, gelmicen mi akşam, çözdüm ben olayı.
-(Gayet dinç bir ses tonuyla) Harbi mi diyosun ?! İyimiş kanka, ben akşam sekiz gibi sende olurum o zaman, festivale gidecek miyiz ?
- Sanmıyorum, büyük ihtimalle evde takılırız…Ya sen gel de düşünürüz işte…Gecikme sakın s**mayayım ağzına!
-(Gülerek) Tamm olum gelicem diyorum, hadi görüşürüz bi duş alayım ben de
-Tamam yavru hadi eyvallah.

Gerçekten de çözmüştü olayı, kolay değildi bu işler, riskliydi. O yüzden önemli bir işti herkes için bunun gerçekleşmesi. Akşama kadar Dexter adlı yabancı diziyi izleyip biraz da müzik dinledikten sonra Batuhan’ın gelmesine 15 dk kala emaneti almak için evden çıktı. Caddeye doğru ağır adımlarla kafasını kaldırmadan yürüdü. Hem tanımadığı bir insanla karşılaşacağı için hem de zor bulunan bir şeye kavuşacağı için çok heyecanlıydı ama heyecanını yenmesi gerekliydi, bunu ilk defa yapıyor gibi görünmesi bir dahaki seferde karşı tarafı kurnazlık yapmaya,eksik satmaya meyillendirebilirdi. Telefonda sözleştiği yere varmıştı, bütün sözlerini ve mimiklerini ezberledi, beklemeye koyuldu.

Batuhan, Erşan ve Kaan’ın ev arkadaşı Rasim, evde oturmuş Kaan’ın dönmesini bekliyorlardı . Galatasaray - Fenerbahçe derbisinde çıkan olaylarda hangi futbolcunun suçlu olduğunu tartışıyor ama nihai bir çözüme varamıyorlardı, çığ gibi döndükçe büyüyordu tartışma. Gergin oldukları her hallerinden belli olan bu üç mühendis adayı, bir an önce dördüncünün sağ salim ve yüklü bir şekilde eve dönmesini ve birtakım hazırlıklardan sonra eğlencenin fitilini ateşlemesini istiyorlardı, bunun için çok beklemiş ve hak etmişlerdi…Futbol tartışması bir yandan sürüyordu, Erşan ‘ın Fenerbahçeli futbolcu Lugano’ya küfretmeye başlamasıyla zilin çalması bir oldu, Lugano şanslıydı... “Kim o ?” sorusuna cevaben megafondan gelen boğuk ses herkesin içini rahatlatmıştı ; “benim amk Kaan açın hadi!”.

Asansörle yukarı çıkarken klasik tribine girmişti Kaan, hoşlanmıyordu sabit bir hızla bir yerden bir yere gitmeyi, hızlanmalıydı asansör, sonra gerekirse tekrar yavaşlardı. Aynı hızla gitmemeliydi hayatta hiçbir şey, ona göre değildi…Türlü sapkın düşünceler ve yer altı edebiyatından bildiği birkaç naif cümle ve küfrü aynaya bakarak söyledi kendine, saçmalamalıydı, yoksa yol bitmeyecekti.

İçeri Kaan’ın odasına geçtiler. Laptoptan çalan hepsinin çok sevdiği bir grup olan Ezginin Günlüğü’nün bir şarkısı, yüksek kaldırımdı. Yüksek kaldırım... Aklı takılmıştı Kaan’ın bu isme, yüksekten uçmak, kaldırıma çıkmak, yüksek kaldırım mühendisliği... Yaptıkları işin yanlışlığından bahsederek tribe sokmak istemiyordu kimseyi, yaptıkları doğru bir şey değildi, bunu hepsi çok iyi biliyordu zaten. Tek dertleri hayat denilen nehrin kayığından canı istediklerinde inebilmek, tertemiz, masmavi okyanuslara açılmaktı. Biraz dolaşıp geri gelecekti hepsi, özlerlerdi zaten…

Rasim elinde soğuk biralarla ve ağzında yeni yaktığı sigarasıyla içeri geldi, sarı sakalları yüzünü kaplamıştı iyice. Sakal yakışıyordu ona, mavi gözlerini koyultuyor, daha derin, daha olgun bakıyordu sanki hayata o sakallarla. Erşan ve Batuhan Rasim’e bakıp güldüler. “Tipini s*ktimin yavşağı, kocan Lugano nerde onu da çağırsaydın beraber takılsaydık” dedi Erşan. “Kocam şu anda ananla meşgul” diye cevap verdi Rasim de. Başkasının kaldıramayacağı, kavgada bile söylenmeyecek sözlerle birbirlerine takılıp gülmeleri tuhaf bir şey gibi gelebilirdi ama onlar bunu aşmıştı, kardeş gibi sevilirdi herkes dost meclisinde ve kimsenin birbirini kırmak için bu lafları etmediği bilinirdi. Birbirlerinin analarına küfredip gülmek, bir bakıma ne kadar sağlam dost olduklarının kanıtıydı kendileri için. Belki biraz yavşaktılar ama hepsi iyi ailelerin hayırlı evlatlarıydılar… Biralar açıldıktan sonra muhabbet de yavaş yavaş rotasına girmeye başlamıştı...Yarım saatlik güncel haber, olay ve gelişmeleri içeren sudan muhabbetin ardından zil çalmıştı yine, beklenen misafir olma olasılığı yüksek olduğundan neşeyle “Kim o ?” dendi. Megafondan gelen ses kendinden emin ve gayet berraktı : “Anaaaannn!”. Gelen kişi, Egemen’di.

Egemen, Sakarya’da kontrol mühendisliği okuyordu, işi zordu, okulu da uzamıştı zaten. İçinde bulunduğu ortamın sahteliğinden söz ediyordu canı her sıkıldığında. Anlattıklarına bakılırsa gerçekten de yalan karakterlerle doluydu çevresi, hepsinden nefret ediyordu. Duyduğu bu nefret her geçen gün tayfadaki gerçek dostlarıyla daha sıkı bağlıyordu hayata kendisini. Eskisi kadar sık görüşemeseler de eskisinden daha sıkıydı aralarındaki bağ ve kardeşlik. Onca yolu hiç üşenmemiş kalkıp gelmişti, harika bir muhabbet eşliğinde muhteşem bir gece olacaktı. Festivale de gidemeyeceklerdi elbette, daha mı önemliydi sanki.

Artık Egemen de geldiğine göre kadro tamamdı. Olaya girmenin zamanı gelmişti… Batuhan kağıtları ve çizelgeyi, Erşan da küllükleri hazırlayıp yer minderlerini kabartı, malum rahata takmak lazımdı, sızıp kalırlarsa diye evin tek ayık ve bu işlerle hiç ilgisi olmayan bireyi Serdar’ı uyardılar. Bütün hazırlıklar tamamdı, uçuşa geçmenin vakti gelmişti. Playlistte Michael Jackson, Ricky Martin, Backstreet Boys, Burak Kut,Tarkan,Haluk Levent, MC Hammer, Cartel,Tayfun, Hakan Peker ve bunun gibi nice ismin doksanlarda çıkardıkları albümlerden parçalar doluydu. Egemen winamp’ın play tusuna basmamak için kendini zor tutuyordu. Herkes bileğine Casio F-91W Water Resist saatini takmış, üstüne de göğsü açık gömlek-kravat şekli yapmıştı bile, bu bir ayindi resmen, her şey mükemmel olmalıydı. Kaan çantasının içinden çıkardığı ufak kavanozu masaya koydu…

Herkes masanın etrafına toplanmış, kavanozun içindeki bu harikulade, değerli ince yeşil şeritleri görmek için sabırsızlanıyordu…Ve o an gelmişti…Kaan çok kibar bir şekilde elini kavanozun içine sokarak jelatine sarılı ince yeşil Futbolcu Kartlarını çıkardı ve herkese eşit olarak dağıttı...Egemenin heyecandan nefesi kesilmişti resmen, Zidane ve Hakan Şükür ondaydı çünkü, çok değerli kartlardı. Turnuva lig usulü yapılacaktı, gece uzundu ve zaten kimse de gecenin bitmesini istemiyordu…Livin da Vida Loca ve ikinci biralar eşliğinde başlayan maçlar, sabahın ilk saatlerine kadar üte üte devam edecekti… Birinci gelen bütün kartların sahibi olacaktı, bu büyük bir onurdu…

Beş kankimon yine kafa kafaya vermiş dalgalarına bakıyorlar, hayatın o pis ve entrika dolu çirkin yüzünden birbirlerine saçtıkları ışıkla aydınlanmaya çalışıyorlardı. Bunu abartırlarsa normal hayatlarının sekteye uğrayacağını, derslerinin kötüleşeceğini ve ailelerinden işitecekleri azarı biliyorlardı. Hepsi bu tecrübeyi daha ilkokul sıralarında almıştı, bu kartlar yüzünden evde babadan, okulda hocadan ayrı dayak yemişlerdi...

Gençtiler, yaşayarak öğrenecekleri daha çok şey vardı…

Kalender hayatlarını, yine hayata sarıyorlardı…

12.05.09 / 02:34

sıcak temas


bugünkü ürünümüz ünlü prezervatif markalarından biri olan O.K. in tasarlamış olduğu bir model.
O.K. den yepyeni bir süpriz "sıcak temas".
denediniz mi? cevap tabii ki hayır. kardeşim azıcık duyarlı olun yahu. adamlar özel bir krem tasarlamışlar, sürülen bölgeyi vücut ısısının 3-4 derece (santigrat) üstüne çıkartıyormuş.

şimdi ürünümüzün kullanım bölgelerine inceden değinmeden geçemicem.
- kışın ayazda kumaş pantolon arasından soğuk yemekten bıktınız mı? takın bereyi öle çıkın işte. hem hijyenik hem sıcak off misss. ayrıca bi de üstüne ben fordçuyum bazen tutamıyorum diyorsanız. bu ürün tam sizlik "artık tutmayın".
- ellerim ve dudaklarım soğuktan çatlıyor mu diyorsunuz. tık die kes paketini çıkart ohhhh on numara krem de var. hem soğuğu engelemmiş oluoyorsun hem de kremi ile ellerini yumuşatıyorsun.
- çiğnemiş olduğum sakızı daha sonra tekrar çiğnemek istiyorum fekat herhangi bir yere bırakınca taş gibi oluyor diyorsanız. hemen en yakın eczaneden alın bir kutu "sıcak temas". hem mikroptan korusun hem de ilk günkü yumuşaklığını korusun.
- hacım bana kremi lazım, 29 yıldır kendisini bilindik amacı ile kullanmak nasip olmadı. şimdi onu alayım kremini elime süreyim de kendisini ne yapayım diye mi soruyorsunuz. verin mahalledeki veletlere şişirsin oynasın keratalar.

yan etkileri : yakar(too hot!).

insan aklına da şöyle bir soru gelmiyor değil yane. şimdi maddi sıkıntı yaşayan ve cahilliği ile parmak ısrtan bir abimiz çıkarda şunu derse ne olucak : "lan geçen hanımla iki fantazik yapalım dedik karıyı hastanelik ettik. bu O.K. yeni bi şekil yapmış ne var ben daha iyisini yaparım dedim hanımın vajinasına bastım pul biberi, kara biberi bi iki tane de arnavut biberi attım o şekilde yapmaya çalıştım. oğlum yengeniz bir anda yamuldu. hayır ben de günlerdir sünnetli piçler gibiyim. çok yanıyor üflesene be abisi!!"

11 Mayıs 2009 Pazartesi

boktan bir muhabbet

-yokluğunu hissettiriyosun soul.almighty-

edebiyat dediğin şey koskocaman bir boktur. insanın içinden gelir, kimse zorla bir şeyler yazdıramaz insana. bu açıdan yanlış bir tespit olduğunu sanmıyorum. mağzur görün. ve her bok gibi sıcak olanı makbuldur.

ne diyoduk? hee evet bok diyoduk. insanî ihtiyaçlar açısından da bok veya çiş gibidir. insan bi kere alıştı mı yazmaya kimse engel olamaz. ishal olmak da makbul değildir ama geldi mi de tutmuycaksın kardeşim. salıcaksın gidicek. maazallah fazla tutarsan kabız olursun bi daha hiç bir şey yazamazsın. benim gibi blog ishali olunca kötü yazıların için bahanen olur en azından; iyi insanın içinde kötü şey durmazmış diye.

büyük şair hasan hüseyin korkmazgil kendisinin aşk şiiri yazamayacağı söylendiğinde 'aşk şiiri' diye bir şiir yazmıştır ve orda şöyle bir şey geçer:
'sen aşk şiiri yazamazsın
hasan hüseyin
çünkü sen
gagasından tutup kuşu
öt kuşum
öt kuşum
demiyorsun
çünkü sen
yedirip çiçekleri ineğe
koklayıp gerisini ineğin
kok çiçeğim
kok çiçeğim
demiyorsun

öpüşmek başka şeydir
yiğidim
öpüşmeyi düşünmek başka
sevişmek başka şeydir
güzelim
sevişmeyi düşünmek başka'

aslında en güzel aşk şiirlerinden birini böylece yazan hasan hüseyin de aynı şeyden bahsetmiyor mu?

ölümü düşünmek başka şeydir dostlar ölmek başka. daha ölmedik burdayız kokmayın. sadece kötü kokan bişeyler karaladım o kadar.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

hoşçakalın

insanız elbette hata yaparız. ama hatalardan başka bir şey yapmayan benim gibi insanlara tek bir öğüdüm var o da şudur: hatalarınızı kafanızdan atın. zaten onlar bir şekilde sizin karşınıza çıkacaklar.

şöyle bir arkama bakıyorum da kendi hayatımı mahvettiğim hatalarımı saymazsam eğer herahalde en büyük hataları hep en yakınımdaki kişilere yapmışım. artık en yakınımda saydığım kişiler bile birer birer çıkıyorlar içimden. kendi isteklerinle mi çıkıyorlar, ben mi çıkartıyorum yoksa zaman mı bizi buralara sürükledi bilmiyorum. aslında bilmek de istemiyorum. bildiğim bir şey varsa o da git gide insanlardan daha çok nefret etmeye başladığımdır. bununla beraber kendime olan sevgim artmıyor. aksine en çok kendimden nefret ediyorum.

insanlar ne kadar ucuz hesapların peşindeler. o kadar küçük şeylerin kulislerini yapıyorlar ki bir görebilseler gerçeği kendilerinden utanırlar. tabi kendilerini tanıyabildilerse geçerli bu varsayım. insanlardan kendimi çektikçe mi daha asosyal oldum yoksa asosyal oldukça mı kendimi daha çok çektim bu paradoksa cevap verebilecek kadar değerli olduğumu sanmıyorum gözlerinde.

dedim ya hataların en büyüğünü ben yaptım. hepiniz haklıydınız. bir ben haksızdım. yürüyün bu alemde egolarınızı en kral şekilde tatmin edin. ama içinizdeki insanı da arada hatırlayın. ben artık yokum dostlar. benim artık bu dünyadan hiç bir beklentim yok. sizinle ego yarışına girecek kadar küçülememe de sebep olarak gururu değil 'bel' ağrılarımı gösterebilirim ancak.

'sürekli artan bir yoğunlukla' bazen düşünüyorum. pişmanlıklarım sebebiyle çektiğim 'offf' larla yelkenimi doldurup, gün batımına doğru demir alsam. bileklerimden akan göz yaşlarımla bütün bu deryayı sımsıcak bir yuvaya dönüştürüp bir küvette uyuyakalsam. hanginizi hatırlayacağım, hanginiz beni hatırlayacaksınız?

hayatına girdiğim herkesten özür dilerim.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

umut denen şey

umut denen şey nası bişey hacım ya? insanı nasıl yaşatan bir şeydir o? çalmayan telefona defalarca baktırır. kapıların açılmasını nasıl bekler insan. ama güzeldir be hacı. mesela kafasında yazacak hiç birşeyi olmayan bir adama bile güzel bir yazı yazacağını sandırır.

illa ki bir somutlaştırma yapılacaksa, bu en soyut olan olmalıdır. umut bu yüzden aslında şiirdir. en sevdiğin şarkıları playliste atınca parmaklarının ucundan dökülen kelimelerin ona layık olacağını düşündüren o histir umut.

hep aynı hataları tekrar etmek nasıl güzel bir nakarattır. clapton tellerde gezinirken aklına gelen o gözler aslında hiç bir zaman yazamayacağın kadar güzel bir şiirdir. zaten umut sana o gözleri getirendir. o gözlerin kendisidir. o gözlerin de seni düşünüyo olabilme ihtimalidir. 'yoksa neden aklıma gelsin o gözler?' diyerek hep iyi tarafından baktıran bir garip kimyadır umut. bu yüzden paylaşılması en zorunlu duygudur.

kafam değil, hayat güzel. gözler güzel. güzel gözler daha güzel. ama en güzeli anlamlı bakan gözler.

zaten o gözlere anlam yükleyebilen bir bakıştır umut.

23 Nisan 2009 Perşembe

Günün Mana ve Ehemmiyeti

23 nisan münasebetiyle bir yazı kaleme almak bizde küçüklükten kalma bir alışkanlıktır. Aslında sadece 23 nisan için değil, bütün önemli gün ve haftalar ve dahi bütün önemli kurum ve kuruluşlar üzerine kompozisyon ve şiir yazdırılmışlığımız, resim çizdirilmişliğimiz, şiir ezberlettirilmişliğimiz hakikattir efendim.

Aslında şimdi dönüp bakınca insana komik geliyor her sene her sene Kızılay’la, Yeşilay’la ilgili resim yapmak şiir yazmak zorunluluğu. Hayır, her sene aynı şey üzerine çalışma yapınca ne oluyor orası biraz karışık. Geleceğin büyük şairi veya ressamı olan arkadaşımız kendi gelişimini mi izliyor? Bunlar hep o saçma sapan eğitim sisteminin, saçma sapan müfredatının bizi bir kalıba sokmak istemesindendi. Taylan Çetin arkadaşım zamanında Kızılay’la ilgili yazmak zorunda bırakıldığı şiirde farkında olmadan ve hatta 5. Sınıf öğrencisinden beklenmeyen bir mükemmellikle gerekli eleştiriyi yapmıştı. O şiiri hiçbir zaman unutmayacağım. Siz de unutmayın diye onu da yazıyorum:

KIZILAY
Bu mahallede sel var
Arka mahallede yangın var
Nerde bu devlet,
Nerde Kızılay?

Neyse konuyu dağıtmayalım. Sabahtan beri televizyonda çocukların stadyumdaki törenlerini gösteriyorlardı. Ben de birden o eski heyecanları yaşadım. Her şey gözümün önünden çok hızlı bir şekilde geçiyordu. Engel olamıyordum.

Bir kere her sene nasıl oluyorsa artık (bu sene de aynı şey oldu) Yüce Rabbimin bir kerameti olarak illa ki yağmur yağardı. Biz stadyumun çamurlu çimlerinde vali gelecek de el sallayacak diye it gibi titrerdik. Sonra vali gelirdi üstü açık cipinde 1 2 tur atardı ve tören biterdi. Bir kere hiç unutmam yağmur olayı abartmıştı. Vali de gelememişti stadyuma. Biz de kapısına kadar gittiğimiz stadyumdan aylardır hazırlandığımız gösterimizi yapamadan geri dönmüştük. Üzülmüş müydük? Sanmıyorum. Zaten çalışma yapıcaz diye derslerden yeteri kadar kaçmıştık.

Bugünlerde gazetelerde okullardan askeri kıta düzenin kaldırıldığını falan yazıyordu. Ya arkadaşım olmaz. Olamaz. Bizi neden 13 sene arkadaşımızın ensesine bakmak zorunda bıraktınız peki? Hayır, hatırlıyorum da biz o sırayı bozduğumuz için dayak yemiş bir kuşaktık, biz gömleğimiz süveterimizin altından çıktı diye anarşist ilan edilen bir kuşaktık, biz saçımıza jöle sürdük diye Türkçe öğretmeni tarafından ‘Türklüğü’ sorgulanan bir kuşaktık, yine biz yine saçımıza jöle sürdük diye bizzat okul müdürü tarafından ‘ Allah mısınız lan siz?’ sorusuyla karşı karşıya kalan bir kuşaktık, biz andımızı okurken okula komşu apartmanlardan birinden çıkan amca ‘ yeter lan her sabah her sabah kafamı sikiyonuz’ diye bağırınca gaza gelip andımızı daha yüksek sesle okuyan bir kuşaktık, biz türktük doğruyduk çalışkandık ulan biz ne mutlu diyendik.

Aslında ne o olabilmiştik, ne de bu olmayı başarabilmiştik. Büyüklerimizi çok üzdük biliyoruz. Hiçbir zaman onların istediği gibi bir robot olamadık. Ama kusura bakmasınlar. Yine biz 3 büyük ekonomik kriz, 2 büyük deprem, 1 Bush, 1 Tayyip, 1 Atilla Taş ve çok sayıda Atilla Taş annesi görmüş bir kuşaktık. Onların istediği olamamıştık belki ama sanırım çocuk olabilmiştik. Hatta çocuk olmayı başarabilen son kuşaktık. Silahı B tuşuna basıp almazdık. Gider inşaatlardan boru çalar, kendi silahımızı kendimiz yapardık. Yani oyunu internet kefede değil sokakta oynardık. Sevdiğimiz kıza kısa mesaj atmaz uzun uzun şiirler yazardık. Duvardan geçen yılan bizi heyecanlandırabilirdi. Yerli malı haftasında kola alıp okula götürmez, anamıza poğaça börek yaptırır gider onu paylaşırdık arkadaşlarımızla. Biz adam olacak çocuktuk, Barış Manço bile yüzüklerini çıkarırdı bizim yanımızda. Olayı biraz daha abartırsak şunu bile kolaylıkla söyleyebiliriz: biz o kadar güzel çocuk olmuştuk ki, çocukluğumuzu o kadar güzel yaşamıştık ki hiçbir zaman büyüyemedik, hep o çocukluğu yaşadık.

Tüm dünya çocuklarının ve tüm dünya çocuk kalanlarının 'Türk' ulusal egemenlik ve çocuk bayramı kutlu olsun efendim. Saygılar.

Dip Not: Biz yaşlanmışız yahu bizim neyimize artık bugün 23 nisan neşe doluyor insan yazıları yazmak.

durma yolcu okumaya devam et