28 Aralık 2009 Pazartesi

bakkalın önünde oturup kendi kendine konuşan adam

yine aynı adam, ağır dönüşlerinden birini yaptığı sokağına giriyordu. sabahın ilk ışıklarını arkasına almış ve 'umudu vücudunun her hücresinde depo edebilmenin' sırrını yaşlı bir büyücüden geçmişiyle takas ederek satın almışçasına geleceğe gülümseyerek yaklaşıyordu o balkonun karşısındaki bakkala.

her sabah kilidi açışında hissettiği mutluluğu eğer bir imgeyle anlatacak olsaydık, 'bilemediği kadar fazla kapısı olan bir zindana saklanmak zorunda bırakılmış bir çiçeğe ölmek üzereyken 'ikinci' can suyunu yetiştirmeyi görev edinmenin mutluluğu' nu kullanabilirdik çok rahatlıkla.

bu sabah elinde bir gramafonla gelmişti 'bişey' adam bakkala. eski günlerden kalma epey plak vardı yanında, hiç yaşamadığı eski günlerden kalma. cama astığı yazıyı alıp kenara koymuştu, çünkü ''artık 'blues' u buraya taşımak lazım'' demişti kendine.

karşı balkonda sanki güneş görmesin diye üstü 'eski' günlerden kalma kumaş parçalarıyla kapatılmış bir çiçek vardı. neydi o çiçeğin adı sahi? yok bi çiçek değildi bir bahçeydi galiba? neyse uzatmayalım işte onun da korkularında haklı sebepler vardı. bunu biliyordu elbet, ama henüz ölmemişti ki. ona su taşıyacak bir böcek bulamamıştı sadece. sahi o böceğin cinsi neydi? aşık veyselin de imgesi miydi sahi?

halbuki o böcek hiç üşenmeden bir ömür boyu umut taşıyabilirdi o çiçeğe karşıdaki bakkaldan. çünkü biliyordu ki o bakkal her sabah açacaktı o dükkanı beraber uyanmaktan keyif aldığı birisiyle yaşadığı için. o adamın her sabah hissettiğinin saplantılı bir kafaya takma durumu olmadığından emindi çünkü.

'bişey' adam bakkalın önünde oturup balkonu izliyordu bütün gün. çünkü içerde çalan gramofonu kurmaya hiç ihtiyaç duymadan kalbindeki müziğin tadını çıkarabiliyordu orayı izlerken. üstelik çiçek henüz ölmedi diye bağırıyordu sesini duyurabildiğinden emin olduğu için artık.

28.12.2009

03:00

22 Aralık 2009 Salı

Geceden Düşme

nefes alamayıp, içinde bi yerlerden gelen yersiz bir sancı ile bakıyordu bugün etrafa puslu göslerle. boğazına oturan birşeyler vardı sanki, konuşmak istiyordu ama birisi sustuyordu onu. isyan etmek, haykırmak istiyordu, fakat kime, neden bağıracağı hakkında hiç bir fikri olmaması onu daha da derbeder ediyordu.. yaşamış olduğu azapların bedelini birilerine yıkmak, birilerinden bunun hesabını sormaktı belki de amacı. sorgulamıyordu kendini, alacağı cevaplar tatmin etmeyecekdi kendisini. her hatasında az da olsa payının olması onu kendinden bir adım daha uzaklaştırıyordu. durudurulamaz bir hal alıyordu içindeki kin dolu yörüngesiz hırsı. çok yakın bir tarihrte çıkmıştı duruşmaya aslında. saatler boyu yargıya hesap verdi. sorulara içtenlikle verdiği cevaplar aslında hali hazırda bulunan darağacından yırtma çabası değil, içsel mahkemenin adil bir karar çıkarabilmesi içindi. bir sonraki üçlüye kadar ertelenmişti muhakeme.

canı yanıyordu, hiç yoktan yere falçata ile oynarken parmağını kesmişti. fiziksel yaşanan acılar aslında ne kadar da komikmiş dedi içinden. çocukluğu geldi bir anda aklına. en sevdiği insan yanında ona hayat dersleri verirken nasılda pür dikkat izlemişti onu. yetmemişti bu kısa öğütler ona, daha çok karanlık oda vardı. "hayata bakış açımın bu denli oluşmasını sağlayan insandı o" açıklaması azaltabilir miydi erken kalkan tren arkasından dökülen gözyaşını? varlığını 5 duyu organıyla bir daha tadamayacak olmak neyin nesiydi. her gecenin sabahında o da acaba bizi düşünerek mi uyanıyor, farklı frekanslarda birbirmize özlem mi duyuyoruz acaba diye soruyordu kendine. bu gece yine bi umut gözlerini kapayıp yatağında bekleyecekti o fevkalade anı; yaşasın be hepsi rüyaymış!..

6 Aralık 2009 Pazar

Günün Getirdiği Aksilikler

Dün sabah saat 6 civarı kalktım, sabah sporumu yaptım falan dememi beklemiyorsunuz sanırım. Saate baktım cidden 6 yı gösteriyordu ‘ulan dedim bu işte bir terslik var.’ Daha terslik kelimesinin ne demek olduğunu bilmediğimi fark etmemiştim ama bir şeyler geliyordu, hissediyordum. Neyse tatava yapmayalım, ali kardeşim msn de ve feysbukta kız kovalarken Özkan kardeşim de menecerlikte çorum sporla şampiyonlar ligini hedefliyorken, ben koltukta sızmışım, oradan çekyata geçmişim 3 saat falan uyumuşum işte. Cumartesi gününe böyle merhaba dedim, herkes kalkarken ben uyumak için yatağıma girdim.

Sonra öğlen 12 civarı falan bir daha kalktım tabi doğal olarak, aman yarabbim zamanı o kadar iyi kullanıyoruz ki bir günde iki kere kalkabiliyoruz inanamazsın. Ali’nin kardeşi kadir askerden gelecekti. Diyarbakır’dan uçakla gelecekmiş. ‘moruk’ dedim ‘karşılayacak mısın?’ ‘aslında güzel olur moruk’ dedi ‘araba ayarlamak lazım’ dur bakalım dedik. Kahvaltımızın sonlarına doğru o gün askere gidecek olan Atalay diye bir arkadaş aradı, ‘nerdesiniz’ falan dedi ali ‘yarım saate geliyoruz’ dedi. Evden çıkmamız bir buçuk saati geçti ama çocuk kararlıydı bekliyordu.

Gidip işlerimizi halledelim dedik ve yola koyulduk. Çağatayla Atalayı bulduk. Sonra para denkleştirip araba kiralama falan kovaladık. Atalay arkadaşımızın akşam 9 da otobüsü vardı askere kayseri’ ye gidecekti ve biletini üç gündür ertelettiriyordu. Fakat kendisi askere gitmeden önce milli formayı giyip ordu milli takımında ‘top’ koşturmak istediği için askere bir gün daha geç gitmeye razıydı. Biz de tam bu noktada devreye girdik ve ata sporumuz olan ‘arkadaş arkadaşın menajeridir’ felsefesinden yola çıkılan baba mesleğimizi icraya kalkıştık. Kalkıştık ama hangi telefonu arasak ya açılmadı ya da ‘böyle bi numara kullanılmamaktadır’ , ‘abla işi bıraktı’ , ‘meşgulüm bebeğim hayvanın biri geldi hala oturamıyorum’ minvalinde bant kayıtlarıyla karşılaştık. ‘Moruk’ dedim ‘basiretin bağlanmış napalım.’ Bu arada ali müdahale etti, ‘olum en son zürafaya götürecem dedi rahat ol sen’ bir terslik olduğu kesindi.

Yolculuk artık kesinleşince cengal kardeşimi aradım, açmadı. ‘Terslik galiba’ dedim. Erdo kardeşimi aradım, açmadı. ‘Harbiden terslik galiba’ dedim. Biraz alışveriş yaptık yolculuk öncesi üç beş öte beri aldık. Eve geçip biraz atıştıracaktık biraz da kola içecektik. Ben ‘beyler kola alın iki buçuk litrelik’ diyince, ali ‘kola pahalı gazoz alalım’ dedi. Çağatay gidip ‘le cola’ alıp geldi. ‘Abi’ dedi ‘bu kolayı bunun için icat etmişler hem iki buçuk litre hem ucuz’ biz bunun geyiğini devam ettirirken iki tane de boş cd aldık ki yolda dinleyecek güzel müzikler atalım. Bizim eve geçtik.

Kolalarımızı bol bol koyup asidi kaçmadan yudumlarken ben de bi yandan cdleri yazdırmaya başlamıştım. Bi tane rap bi tane rock’nroll ve blues olmak üzere iki tane cd hazırladım. Bu arada cengal aradı ‘noldu kardeşim beni aramışsın’ dedi ben bir iki bayram siteminden sonra ‘akşam uğrayabilirim yanına evdeysen’ dedim. ‘İstanbul a mı geliyorsun araba falan mı var’ dedi hemen işi pis menfaatlerine çevirip güzellik isteyince, ‘bakarız kardeşim’ dedim ‘bak beni bekleyenler var, tutma beni acelem var, kapatmam lazım dedim’ , halimi anlamıştı. Çünkü Çağatay bana çok güzel bi kola doldurmuştu asidi kaçmadan içmem lazımdı. Le cola bu, şakaya gelmez bro.

Evden çıkmadan önce cdleri çağataya verdim, verdim ama iç dünyamda mı verdim dış dünyamda mı verdim onu ayıkamadım. Çaktırmadım devam ettim. Arabaya bindik, cd çalar bozuldu. Çalışmıyo aq. Kafası böyle yarı açık pozisyonda kaldı kapanmıyor. Deli olacaz, yol müziksiz çekilmez, gittik tamirciye içeri alalım dedi moruk dedik para bayılmanın anlamı yok, sürdük başka oto tesisatçısına tak söktü teybi götürdü,’bir gün kalması lazım kafayı yemiş bu makine’ dedi. napalım dedik ’al teybi müziksiz devam et telefondan falan çalarız artık.’ Aksilik mi, terslik mi?

Atalay otobüs biletini ertelettirmek için artık kendisi gidemeyeceği için Çağatay ı yolladı. Çağatay da ‘abi arkadaşın dayısı ölmüş’ falan diyip türlü duygu sömürüleriyle bileti ertelettirdi. Yola çıktık artık.

Yolda tanımadığım bir numaradan mesaj geldi. ‘Ali ben erdin gö…’ bu kadar görünüyor , açınca şöyle bir mesajla karşılaşıyorum:

‘@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@’

Ulan dedim herhalde Erdinç tir, arıyorum açmıyo, delirecem. Yarım saat sonra bi mesaj daha görünen kısmı bu: ‘bu numarayı ar…’ açıyorum gene aynı şey:

‘@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@’

‘Olum aynı noktada neden buluşamıyoruz biz ya, bu nasıl bir talihsizlik aq, virüs müsün nesin bir siktir git bugünü mü buldunuz hepiniz birden saldırıya geçiyorsunuz? İç sesim kör talihi dize getirmek yerine gaza getiriyordu. ‘Bir terslik var ama çözemiyorum’

Yola çıkmadan önce aliye demiştim ki ‘ olum bak ali sefer sayısı ne? Hangi hava yoluyla geliyor? Hangi havalimanına inecek? Biliyor musun?’ ali dedi ki ‘moruk benim kafamda planım var’ ben de ses çıkartmadım. Neyse kazasız belasız Sabiha gökçen e ulaştık.’ Moruk otoparkta fena kitlerler hiç girme’ demez olaydım aq dilim kopaydı. Neyse biz 5 barzo arabayı öyle bıraktık, dörtlüleri yaktık sanki fatih caddesi. Her türlü güvenlik önlemlerini aştık içeri girdik. thy 945 sayılı uçağı öğrendik. 23.15 te inecekmiş bi dışarı çıkalım dedik, arabaya bakalım.

‘Araba nerde lannn?’ ‘Olum arabayı biz buraya koymadık mı lan?’ gibi tayfasal iç sesler yükselmeye başladı tabi hemen. Gittik sorduk çekmişler arabayı. Ananın örekesi neresiyse işte tam orasına bir öpücük kondurmak istiyorum artık, tersliksen terslik aksiliksen aksilik neysin sen aq? Hayır araba çalıntı mı onu da bilmiyoruz ki. Gittik erkek kuaföründen araba kiraladık aq sektörler iç içe geçmiş.

Otoparkı tarif etti güvenlik, o yağmurda gittik arabayı bulduk. Çekici parası 60 lira istiyor orospu çocukları. Ne kadar dil döksek de işe yaramadı Atalay arkadaşımız forma parasını orda bayıldı. Biz de arabayı kurtardık. Neyse dedik ‘hayırlısı olsun hafız, kadir i alalım da keyfimize adapazarında devam ederiz.’ Gittik yine havalimanına tam 23:15 te arabayı çekemesinler diye. Arabanın başında iki kişi bıraktık ama bu sefer de rötar denen o iğrenç şeyle burun buruna geldik. Yeni iniş saati 00:05 idi. Tam ‘hass…’ diyorduk ki, ‘neyse gidip pendikte karnımızı doyuralım bari’ dedik.

Arabaya bindik ismini vermeyeceğim bir arkadaş aradı. 'Tamam canım belki size çaktırmıyorum ama ben de sizinle aynı frekanstayım inanın bana sizinle çok güzel makara yaparım ama yaşadıklarımı size anlatamam şuan sonra konuşuruz, keyfinizi de kaçırmıyım, anlayın işte beni.’ Tabi içimden bunları söylerken dışımdan onlarla gayet rutin bi şekilde konuşmaya devam ettim, ama bişeylerin ters gittiğini onlar da anladı sanırım.

Pendik’ e inip karnımızı doyurduktan sonra tekrar döndük Sabiha gökçene. Başladık yine beklemeye. Ulan bir şeyler oluyor hissediyorum, önemli bir şeyler olacak, birileri geliyor. Önce Fenerbahçe tv elamanları çıktı. Güvenlikteki salak kız ‘içerde çekim yaptınız mı’ falan dedi fb tv ekibine. Kameraman gözünün içine 3 sn baktı salak kız dondu kaldı. Ve işte o an ‘aziz başkan’ tüm heybetiyle çıkageldi yanında murat özaydınlı arkada daum ve bütün fener. Suratlar kösele gibi. Ben fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Ulan güzel tesadüfü bile iğrenç bir gün olabilir mi? Hayatında ilk defa havalimanına gidiyosun, tüm fener kafilesi yarım metre önünden geçiyor ama suratlar kösele çünkü fener eskişehire 2-1 yenilmiş. İç sesim artık Orhan gencebaydan kaderimin oyunu şarkısını söylemeye başlamıştı engel olamıyordum bro.

Diyarbakırdan gelen thy 945 sefer sayılı uçak, 00:25te havalimanına indi, tek bilgi bu. Ama uçaktan çıkan yok. Bekle bekle bekle bekle kimse yok. Bir ara arkamızdan kıvır kıvır sevimli bi köpekle bir adam geçti. ‘Ulan’ dedim ‘adam havalimanında köpek gezdiriyor, adamlarda keyif var işte hayat standartlarını haylice yükseltmişler’ meğerse narkotikmiş, cehalet işte. Hayır, bi durum olsa içeri alınacak kişiler oradan oraya moron moron takılan 5 barzo olarak bizleriz.

Saat 2 ye kadar öyle bekledik. Güvenliğe soruyoruz, kimse bi sikim bilmiyor. Ulan uçak indi, indi tamam da nerde bu yolcular, çıkan her yolcuya sorduk, Diyarbakır yolcusu yok. Bizim uçaktan sonra 3 tane uçak indi bizim yolcular yok. Delirecez. En sonunda dayanamayıp sakaryamıza dönmeye karar verdik. Hiç bi sik yapamasak da o dönüş yolunda o kadar mutluyduk ki size anlatamam. Çünkü artık şunu biliyorduk, daha kötüsü olamazdı aq. Daha ne olacak ki?

Sakarya il sınırını görünce bi mutlu olduk, hani ‘gidemedik ama dönebildik’ çok güzeldi ya. İlerde çocuklarımıza böyle anlatıcaz bu günü. ‘Biz bi seferinde adapazarına bi döndük anlatamam’ oğlum. ‘Nası yani baba?’ ‘sadece döndük oğlum sorma işte’

Eve girdik saat 4 falan olmuştu. Cuma gecesinden kalma makarnayı yedik, Cuma gecesinden kalma fıstıkları aldık ve fatihten kalan şarabı da kafaya diktik, televizyon falan izledik saat 6 oldu. Tam 24 saat önce uykudan uyanıp uykuya gittiğim çekyatla yatağım arasındaki güzergahı bu sefer biraz farklı olarak kat ettim ve yattım.

Bu arada söylemeyi unuttum o kadar uğraştığım o cdleri yanıma almayı unutmuşum. Demin taktım, fonda o şarkılar çalarken ben bu yazıyı yazdım. Hikayeyle birleşemeyen çok acayip şarkılar var.

Playlist şuydu:

B.B. King & Eric Clapton – Riding with the king
B.B. King & Eric Clapton – Help the poor
Muddy Waters – Can’t Get No grindin’
Muddy Waters - I’m ready
Buddy Guy – Watermelon man
Buddy Guy – Midnight Train
Buddy Guy – Show me the Money
Buddy Guy - Best Damn Fool
B.B. King – Ain’t Nobody Home
Eric Clapton – Motherless Children
Rolling Stones – Paint it black
Rolling Stones – Satisfaction
Rolling Stones – Brown Sugar
Rolling Stones – She’s a rainbow
Yavuz Çetin – Cherokee
Yavuz Çetin – İstanbula Ait
Çamur – Bu aşkın ızdırabı

İstanbula ait olamamıştık belki ama bu ızdıraba epey bir küfür etmiştik.
Atalay kardeşimize hayırlı teskereler dileyip kadir kardeşimize de sivil hayatta başarılar diliyorum.
Bir şey daha. Kadir o uçaktaymış ama uçakta kokain bulunmuş, herkesi tek tek aramışlar gece 4 e kadar tutmuşlar. O köpek gerçekten süs köpeği değilmiş yani. Daha kötüsü varmış meğerse, şüpheli 5 barzo olarak çete üyesi olmak da vardı aq öyle bi günde.
Yazması yaşamasından daha zormuş bro :P

sağır adamın sol gözü

dialoglar silsilesi ile başlıorum aslında güne. önce annem giriyor yeni başlayan günüme. yarım saatlik bu süreç berbat başlayıp, "Allaha emanet ol yavrum, Allah zihin açıklığı versin evladım"larla son buluyor.

yürüyorum, kış saatinden dolayı daha gece. sokak lambaları yorulmuşlar, inlemlerini duyar gibiyim. tıkış tıkış bir otobüs geliyor. biniyorum, çile çekip iniyorum.

günün tek güzel kısmına otobüsden iner inmez "bonjour" diyorum. iskeleye kadar yürürken yakılan sigara eşliğinde boğaz kokusuyla ciğerlerimi dolduruyorum. haldun tanerden yükselen tıngırtılar, belli ki hemen yanıbaşında sızmış bulunmakta olan evsiz abiye ninni gibi gelmiş geceleyin. slm veriyorum başımı saygıyla öne eğerek. belki beni görmüyor ama hissediyor, yüzünde acı bir gülümseme, kusura bakma ev biraz dağınık içeri davet edemiyorum dercesine. hava bulutlu, melankolik bir manzara yerleşmiş boğaza. iskele yanındaki trabzanlara yaslanıp, çiseleyen yağmur eşliğinde yüzüme vuran karayelle dalıyorum uzaklara. çok eskilere derin ama acı dolu bir yolculuk. çok seri bir şekilde akıyor parça parça kareler -kimileri çok zarar görmüş-, gözlerde ince bir yaş, derinlerden belli ki... "iskele bütününde beşiktaş yolcusu kalmasın" anonsuyla uyanıyorum bu büyük dramadan. akbil sesleri kafayı sikiyor adeta o içsel yolculuğun ardından. ısrarla her gün benden bozuk para isteyen o sapık geliyor yine yanıma bir sırtlan misali. "abi bozuk, abi bozuk", "ah be koçum yanlış kapılardasın yine"... dıttırı dıt dıııt akbil sesleri arasında hücuma kalkmış bir ordu misali ilk hedefimiz Turgut Reis II. alt katta, dış kısımda oturuyorum yine yanlızım. boy boy manzaralar gözümün önünde beşiktaşa geçene kadar. ömür boyu unutulamayacak anları düşünerek, kimi zaman ise yapılan hataların acısıyla ah ulan rıza çekerek devam ediyor. kendi kalemimi yıllar önce kırmışımda, aslında infazı erteletmişler kimi yersiz sebeplerden dolayı.

iniyorum vapurdan. yıllar öncesine varan tanışmışlığımız, uzun yıllar paylaşmışlığımız olan yaşlı mendilci amca karşılıyor beni. "mendiller 50 kuruş" kısa ve öz konuşuyor yine ama tonlaması ile gerçekten içerde bir yerleri titretmeyi yine başarıyor. üsküdarda ki mendilci teyzeyle aralarını yapacağımı söylemiştim kendisine, tebessüm ilen cevaplamıştı beni."meeendil alllın" teyzeyle, "mendiller 50 kuruş" amca...

okul, okul, okul... kimi zaman eğlence, kimi zaman abazankanos, kimi zaman ise hapis... geliyor ve geçiyor. kalabalık içinde yalnızlığı oynayıveriyor insan yoksul duygular içinde.

taksime gidiyorum. birileri var, ama ben yabancılaşıyorum anlık gelmeler ve gitmeler sayesinde ortama. "tanımlanamayan bir öküz" rolünde başarılıyım. içilen 3-5 bira eşliğinde çerez de ince ve anlamsız muhabetler silsilesi... gecenin bilmem kaçının köründe tanımadığım bir kaç kişi ilen son otobüsdeyim. en ön sırada yalnız başımayım. karanlık sokaklar, sisli... buğulanmış camlar içerde saatler boyu sevişen gençler bulunmakta izlenimi vermekte sanırım dışarıya. kulağıma melodiler fısıldayan bir bayan. yüzünü görmüyorum ama ses tonuyla mest ediyor beni. şarjın bitmesi ile o da alıp başını çekiyor kapıları, pis bir kahpe.

iniyorum, evdeyim, odada, annem yatmış, bense boş işler peşinde debeleniyorum. çaresizliğin göbeğinde, sessizlik ile sevişiyorum. acı çığlıklar atıyor. balkona çıkıp bir sigara yakıyorum. hava yer yer bulutlu, aralardan gökyüzünün iç organlarını kesiyorum. yıldız kayıyor aynı dileği yinelemek acı veriyor bana. yüzümde bir tebessüm beliriyor. sigaranın yanarken çıkardığı o ince çıtır ifadeler eşliğinde dalıyorum düşünceler alemine. umut sarıkaya modeli mutsuzluk pencereleri arasında bile, bu acımtrak olayın iyi yanları arasında kendimi mutlu etmeyi başarabiliyorum. kimileri mazo diyor bense adı bende saklı olan bir kavramla özdeşleştiriyorum bunu. aslında saklamıyorum paylaşımcıyım sadece günde binlerce kez yineliyorum, kendimle paylaşıyorum. evet evet şimdi mi? haykırıyorum. sadece dilek tutabilmek için saatlerce izleyipte yakaladığım, ama sanki gökyüzünde kimseyi siklemeden kafasına göre kayan o yıldızlara haykırıyorum aynı şeyi.

esamesi okunmayan kimi şarkılar eşliğinde yakıyorum cigarımı. bugün hava yine bulutlu bulamayacağım belki kayan bir yıldız koskoca gökyüzünde ama şunu biliyorum katl-i vacip olan bu bünyenin kimi duygular içinde boğulması beni hiç mi hiç rahatsız etmiyor. bir garip insan yine yatağına doğru yol alıyor ve alayınızın yanağına öpücük konduruyor.

3 Aralık 2009 Perşembe

akşam oldu hüzünlendim ben yine

gözlerim gerçekten doluyor bu akşam, en kederli makamların kevgirlerinden süzülen kan yaşları kadar coşkun olmasa da.

ben ömrümce hiç bi zaman yoluma ortak edemedim kimseyi ahhhh, işte budur aslında bu alaturka hüznümün sebebi dostlar. 'yarin gibi sevmezsen kardeş gibi sev beni' cool luğum buradan gelir hep. bir de o kadınlar hep aklıma giren, hiç aklımdan çıkmayan kadınlar...

girmeyi beceremediği bir kalbi, kırmayı başarabilir mi bir erkek, dostlar? dostlar da neyin nesiyse artık sanki dostların egonu tatmin ediyormuş gibi. işte hanginiz okuyorsanız o işte, insan giremediği bir kalbi nasıl kırabilir bunu merak ediyorum sadece.

teoriyi, anafikri, savu, sabuyu bir kenara bıraktım bu akşam. suya sabuna dokunacağım, dokunacağım ama kulaklarımdaki hüzzam kadar, gözlerimin önündeki o esmer kız kadar yıkayamayacak ruhumu hiç bir şey bu akşam.

hikayelerim yarım kalıyorsa efendim, bitirmek istemediğimdendir. bitişler hep kötüydü, hep üzdü bizi hiç umutlu bi bitiş yoktu. yeni başlangıçlarımızın önünü kapatan hep oydu, hep bizdik, bizim hatalarımızdı. ama biz neydi? cavabın var mı küçük, esmer, kırılgan, ince bilekli kız?

bir erkeği sevmekten utandırdılarsa, bütün kızlar güzel der geçer, çünkü sevdiğinin güzel olmadığını bilir dostlar.

1 Aralık 2009 Salı

Şaşırmış ne yapmaz?

Bir kere hiçbir zaman, önce başlığı attıktan sonra o konuyla ilgili yazmaya çalışıp kendini zora sokmaz. Çünkü bunu söylediği zaman yapacağı saçmalıklardan sorumlu olmayacağını düşünür. Etrafta çok bekleyen olsa da asla hesap vermeyeceğini sandığı halde sürekli bahaneler üreten cümleleriyle, o bekleyicilerin yazacağı senaryolara mürekkep olduğunun farkına varmaz.

sonra gidip ‘saçmalayan ne yapmaz?’ adlı şarkıyı kimin söylediğini arayacağını bilse de aslında bu şarkının sözlerini yazmaya çalışırken saçmalamanın daniskasını yaptığının ise hiç farkına varmaz.
Ne kadar hayatındaki her şey yolunda görünse de bahanelerle yaşamayı öğrenmiş ve üstüne üstlük bunu bir hayat desturu haline getirmiştir çünkü artık.

Aslında uzun konuşmaktan nefret etse de uzun konuşmasının asıl sebebinin kısa cümleleri bile doğru düzgün kuramayışından ve onları sürekli bir araya getirirken lafı uzatmasından olduğunu bildiği halde, dahası bunun da bir bahane olduğunu bildiği halde bunu sevdiğini inkar etmektedir.

Anlamsız yazmanın anlamsız konuşmaktan pek bi farkı olmadığını düşünse de anlamsız yazdığının bilincedir. Bu da bir işkence metodur diye söylenenler olursa en azından oradan ayrılabileceğini düşünür mesela, düşünür ama yine de yazmaya devam etmiştir, belki bazen konuşmamak için. Ama çoğu zaman konuşmadığı için…

Bi de mesela şunu yapar şaşırmış, muhabbeti tak diye keser.

Bir de bir kereye mahsus, aklı karışan olursa onlara şunu söyler: ‘ ne yapabileceği de yazılmıştır, promosyondur’

28.11.09
02:04

içine atınca yatan, sinirlenince insanların yüzlerine söylemeyip kendi içine kusan ve bağırması gereken yerde susan adam

görünmeyen duvarlarına çarpıp kafayı bulduğum bütün kadınlar,

'çöldeki vaha' aydınlığınıza ve o sıcak nemli karanlığınıza ulaşmak için kendisini heba eden pervanenin, camın önünde yaşadığını bir kere olsun içinizde hissedebilir misiniz? yıllardır aynı minibüsle aynı yoldan geçtiği halde, o gün ısrarla dışarıyı izleyen adamın yüzündeki acıyı bir regl ağrısıyla tarif edebilir misiniz? pervane için imkansızlaşan sıcaklığınızın, o adamın gözlerinde yıllar boyu birikmiş olan tuzlu bir sıvıda ortaya çıkmasına ne dersiniz peki?

o adam da süper kahraman olmak istiyordu elbet. onun da çocukluğunda esas kızı öpen bir esas oğlan vardı. belki kafası çok karışıktı, belki hayatını yönetmesine engel olamadığı tutkulu bir kalbi vardı, belki bir süper kahraman için kısa ve net bir isim seçmemişti ama o da ‘bişey adam’ olmak istiyordu. elinden tutup ‘adam’ edebildiniz mi?

yine de diyebilirim ki; aşamasam da duvarlarınız güzeldi, camın önünde sizi izlemek güzeldi, aklınızdan şeytanlıklar geçerken parlayan gözleriniz güzeldi, kederlendiğinizde kararan gözleriniz güzeldi hafifmeşrepliğiniz güzeldi, iffetli haliniz falan hep güzeldi. bütün cevapsız sorularımız güzeldi, siz hep güzeldiniz; kelimeler hep çirkindi.

küçükken aileme ağlayarak bir şey yaptırabileceğimi sandığım ilk anda babamın beni kapının dışına koyuşunu hatırladım bugün. ‘ağlaman bitince içeri girersin’ demişti. ağlarken kaçıp gitme isteğim ordan kalmadır sanırım.

bu yüzden hayatıma daha yakından baktığınızda kapılarımın kapalı olduğunu fark ederseniz, camda şu notu görürsünüz:

‘blues’ a gittim gelicem’

21.10.09

01.33

ruhun bir evresi

iki karlı dağın arasına salıncak kurmuş ruhum, zevkin doruklarındayken her seferinde iki vakit sonrasında yerin dibine giriyordu. yaralarının kabuklarını koparmaktan usanmadan, akan kanının kokusundan bıkmadan; yeni yaralara, yeni kokulara koşuyordu. hayalleri, hayatın ona yaşatabileceği bütün zirvelerden daha yukarılarda olduğu için salıncağının zincirini herkesten her zirveden daha uzun seçiyordu.

içindeki canavarı farkedene ve o canavarı yok etmeye karar verene kadar pek çok ruhta tamiri çok zor yaralar da açmıştı elbet. fakat kendi yaralarını sevdiği kadar başkalarında açtığı yaraları da seviyordu. değersizlik hissinin en yüksek noktalarına ulaştığı zaman başka ruhlarda açtığı yaraların büyüklüğüne bakarak mutlu ediyordu kendisini ve 'evet' diyordu. 'galiba bana değer veren birileri var hala.' kan kaybından geberttiği her ruh için zincirine bir halka daha ekliyor, zirvenin tadını daha fazla çıkarıyordu.

sonra ne mi oldu?

hiç

gözü hala o karlı dağlarda olsa da elinden tutup parka gidebileceği bir oyun arkadaşı arıyor şimdi.

durma yolcu okumaya devam et