14 Mart 2010 Pazar

İstanbul Arkeoloji Müzeleri

Güzelim İstanbuluma dört senedir misafirim, Yalovalı olduğumdan da pek yabancısı sayılmam aslında, arada uğrayıp çayını kahvesini içmişliğim çokçadır. Küçükken teyzemle gelirdim hep, sanat tarihi okurdu Hacettepe Üniversitesi’ nde, hastasıydı müzelerin, camilerin, eski olan, sanat kokan herşeyin. O yaşlarda İstanbul’ un kucağına düşmek, küçük adımlarımla hayran hayran etrafımı izlerken teyzemin anlattıklarını dinlemek gerçek hayatta masal kahramanı olmanın ayrıcalığını yaşatırdı bana. Sonra ben büyüdüm, teyzem bölümünü birincilikle bitirip yüksek lisansa başladı, bitiremeden bıraktı, sınıf öğretmeni oldu, evlendi…Şimdi iki tane kuzenim var, teyzemse masallarımdaki yerini savıp, gerçek hayatın verdiği telaşa döndürdü yüzünü…

Bunları neden mi anlattım…Çünkü seneler sonra, 23 yaşında üniversite 3.sınıfta okuyan adam, tekrar masal kahramanı olup çıktı bir cumartesi günü…Daha önce defalarca gittiğim Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı civarında bir yerdi tarif edilen, adını duymuş ama yüzünü görmemiştim; İstanbul Arkeoloji Müzeleri…

Mimarlıkta okuyan ev arkadaşımla beraber fotograf makinemi boynuma takıp gitmiştik, girişte hocamın da tavsiye ettiği “müze müze gezdiren kart: müze kart” ımızı da alıp, kocaman avludan içeri adımımızı attık…Dürüst olmak gerekirse İstanbul’ da hiçbir sanat eserinin, tarihi mekanın, beni Ayasofya Müzesi kadar etkileyeceği aklımın ucundan geçmezdi, ta ki müzeden çıkana kadar...

İstanbul Arkeoloji Müzeleri; Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç ayrı müzeden oluşmaktaydı. Yaklaşık üç saatlik vaktimiz vardı, hepsini gezebileceğimizi zannederek ilk olarak Arkeoloji Müzesi’ ne girdik…Girişte sağ ve sol olmak üzere iki yola ayrılıyor müze, biz tercihimizi sağ taraftan yana kullanıyoruz…Arkaik, Helenistik, Klasik Dönem ve Roma Dönemi tasvirleriyle dolu herbir yanımız…Gerçekten girişinden itibaren bambaşka bir havası var Arkeoloji Müzesi’ nin, isteseniz de istemeseniz de kendinizi o atmosfere kaptırıp bambaşka mekanlarda, zamanlarda yaşadığınızı düşler halde buluyorsunuz kendinizi...Gitmeden önce yaptığım kısa araştırmada da öğrendiğime göre 19.yy’ da ünlü ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından “müze olarak kullanılmak üzere” inşa edilen bir bina Arkeoloji Müzesi, bu sebepten içerideki koleksiyon dışında kendisi de ayrı güzellikte bir ambiansa sahip bu yapının. Karşınızda tüm estetiğiyle dimdik duran, İ.Ö 5.yy’ a ait Athena Heykeli…Biraz ilerisinde kitaplardan okuduğum, filmlerden gördüğüm, çok sevdiğim BabaZula adlı müzik grubunun sıklıkla dinlediğim şarkısına ismini ve hikayesini veren Büyük İskender…Sıradan, alışılagelmiş değil, “gerçekten” bir heyecan dalgası yükseliyor içimde. Herşeye uzun uzun bakmak, bütün hikayesini okumak, kendimi o dönemde yaşıyor gibi uzun uzun düşünüp hayaller kurmak istiyorum…Yine müze çıkışında anlıyorum ki tam manasıyla istediğim gibi gezebilmem için 4-5 günümü orada geçirmem lazım…Fotoğraflar çekerek yürüyoruz arkadaşımla…İmparator Hadrianus nedense ürkütüyor biraz beni, haşmetli duruşuna diyecek söz bulamıyorum, üzülüyorum da aslında düşününce. Türkiye’ de İmparator sıfatının tamlamasını oluşturan isim için 5 kişiden ikisi Fatih Terim, ikisi İbrahim Tatlıses diyecek. Geri kalan %20 ancak gerçek bir imparator ismi söyleyebilir herhalde bana…Ozan Sappho’ nun başına da uzun uzun bakıp fotoğrafını çektikten sonra Nehir tanrısı Okeanos’ u görüyoruz. Birkaç saniye algıda sekme yaşadıktan sonra ; “aaa okyanus yahu!” diyerek kendimize gülüyoruz…Kısa bir dönem için ülkemize misafir gelen ve bu süre içinde müzenin en kıymetlisi olan eserle karşı karşıyayız; klasik yunan sanatının en iyi örneklerinden biri olan İ.Ö 480 - 440 yılları arasında yaşamış olan heykeltraş Myron tarafından yapılmış olan bronz heykel ‘discobolos’ un (disk atan adam) Romalılar tarafından yapılmış kopyası. Öğrendiğimize göre orijinaline ne olduğu bilinmiyormuş ve orijinal bronz heykelde disk atan adam geriye(diske doğru) bakıyormuş, bizim karşımızda duran, önüne doğru bakan ve kafası sonradan gövdeye eklenen heykel…Yine de muhteşem tabi ki, vücudun anatomisi, atletik yapısı gerçekten inanılmaz…Bir an için boynuz kulağı geçmiş (Myron-Tanrı) demekten kendimi alamıyorum…Sağ koridordaki gezintimiz sonra eriyor, gerisin geriye dönüp bu sefer girişin solunda kalan koridora giriyoruz; Sidon Kral Nekropolü. Bu kısımdaki atmosfer bana sorarsanız daha etkileyici, belki öte dünyayı anımsatan lahidlerin karanlık salona süzülen spot ışıklar altındaki görüntüsünden, belki cam bölmede boylu boyuna uzanmış, saçı başı yerinde duran mumyadan…Bu kısımda İstanbul Arkeoloji Müzesi’ nin en kıymetli eserleri olan İskender Lahdi ve Ağlayan Kadınlar Lahdi de bulunmakta. Lahidlerin üzerlerindeki tasvirler, kusursuz biçimleri, simetri ve bütünlükleriyle gerçekten inanılmazlar. Bu bölümden ayrıldıktan sonra sırasıyla Mezar Kültü, Sidamara Tipi Lahitler, Mezar Kültü, Palymira Mezar Odası, Prehistorik Çağda İstanbul, İstanbul’ da Yunan-Roma Çağı, İstanbul’ da Bizans Çağı ve Yenikapı’ da Marmaray Tünel İnşaatı amacıyla yapılan kazılarda bulunan eserlerin bulunduğu salonları gezerek dışarı çıkıyoruz.

Saat 16:40, müzelerin kapanmasına 5 dakika var ve tabanlarımız sızlıyor. O an alıyoruz İstanbul Arkeoloji Müzelerini gezmemiz için saatlere değil günlere ihtiyacımız olduğunu. Yola koyulmadan önce beş dakika dinlenmek için müze bahçesinde oturup birer sigara yakıyoruz, 2-3 dakikalık sessizlikten sonra birbirimize müzenin zenginliğinden ve topraklarımızda yeşeren kültürlerden ne kadar etkilendiğimizi itiraf ediyoruz; ama utanarak, neden daha önce gelmedik, neden şimdi haberimiz oldu diye kendimizi suçlayarak. Müzeden ayrılıp Sultanahmet Köftecisine uğruyoruz. Karnımızı doyurduktan tramvaya atlayıp eve dönüyoruz.

Bütün samimiyetimle söylüyorum; İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul’ a yolu düşen küçük büyük herkesin mutlaka görmesi, “farkına varması” gereken bir emanetimiz, zenginliğimiz. Kendi adıma en kısa zamanda tekrar yolumun düşeceğinden en ufak bir şüphem yok. Birkaç saatliğine de olsa bana hayaller kurduran, küçükken hissettiğim “masalsı, saf” heyecanı yıllar sonra tekrar hissetmemi sağlayan bu mekana beni yönlendiren, gezip görmeme vesile olan hocama çok teşekkür ediyorum. Umarım sizler de birkaç boş saatinizi bu müthiş mekanın koridorlarında dolanarak, aynı heyecanı hissederek yaşarsınız.

18:40
14/03/2010

1 yorum:

  1. brosti öncelikle yeni bi atraksiyona vesile olduğun için özellikle teşekkür etmek istiyorum. sonra da kültürsüzlüğümüzü yüzümüze vurduğun için sana çemkirmek istiyorum. ama bundan sonra her gelişimde müze gezdir bana cengal derim söyleyeyim şimdiden. erdoç kültürsüzüne de söyle o da gezsin böyle yerler. taş kışla da tarihi bina amk demesin :D

    YanıtlaSil

durma yolcu okumaya devam et