19 Nisan 2010 Pazartesi

yirmilik dişler yirmili yaşlar

bardağıma su doldurmak için mutfağa gitmeye üşenip banyoya gittiğimi farkettiğimde kafamı kaldırıp aynadaki yansımla senkronize bir şekilde 'napıyorum lan ben?' diye kendi kendime sordum. verdiğim cevaba ağzım açık kalınca, bu mallığıma yakışır bi şekilde uzun uzun ağzımın içine bakakalmak zorundaymış gibi hissettim lan kendimi.

o zamana kadar yirmilik dişlerime hiç bu gözle bakmamıştım. 'ilkinin çıktığını hatırlıyordum da ikincisi hangi ara çıktı awwuğa hoye?' 'aha üçüncüsü de çıkacak lan kabarmış' 'kaşınma lan' 'kabarman kime geeeenççç?' gibi cümleleri arka arkaya söyleyince, aynadaki görüntümün benden başkası olmadığını, bunun da bir diyalog olmadığı farketmem çok uzun sürmedi tabi. ama bu monologda sizden saklanan bir cümle daha vardı. o da 'genç, gen, ge, g, tükendik be kardeş'

bizim tayfanın garip bir huyu vardır, istediği zaman dekoderli yayına geçebilir. bak bu hissiyatı ailesinde etnik bir köken olan, hatta etnik kökeninin aile içinde konuşulan türkçeden farklı bir de dili olan arkadaşlar daha iyi anlayacaktır. ortam istediği zaman şifreli yayına geçer, bişeyler konuşulur ama o dili bilmeyen kimse ne konuşulduğunu anlamaz. belki de sırf bu tayfasal gelenekten geldiğim için, ne zaman twitter hesabımı açsam ekrana demin aynaya baktığım gibi bakıyorum, ne yazsam bilemiyorum. her harfimin çok anlamlı olması gerekliymiş ama sanki anlatmam gerekenlerin çok boş ve anlamsız şeyler olması gerekiyormuş gibi geliyor bana. 'ulen yüzkırk karakterde ben sana ne anlatayım lavuk?' 'yüzkırk ı bile uzun uzun yazıyorum, sayılarla değil' 'burası benim çöplüğüm ulan istediğim kadar harf kullanırım' sonra bakıyorum, gene monolog gene monolog. ama '140' ta çok az ama be kardeşim :D

-geriiiiiiiii

erdo da heralde benimle aynı şeyleri yaşıyo olacak ki, iki üç ay önce bişey yazmış hala o duruyo 'tivitli' halde. yirmiye takmış kendini hala yirmilik dişlerle uğraşıyoruz diyor. aklımdan ışın hızıyla bir sürü düşünce geçiyor, ben de kafamın içinde bir trenin peşinden koşarcasına yakalamaya çalışıyorum onları. hani diyorum belki de yirmilik dişler insana yirmili yaşlarını nasıl kullanması gerektiği hakkında ipucu veriyordur. ilki çıktı mı anlayacaksın ki maraton başlıyor, uyanık ol. ikincisi çıktı mı hemen neler yaptın otuz yaşında bir adam olmak için gözden geçir. üçüncüsü çıkınca ak göt kara göt belli olur koçum, ne kadar kabul etmesen de yolun yarısını geçtin, kendini kaç yaşında görürsen gör. ve 'dadadadan' dördüncüsü çıktı mı, yaşının onlar basamağındaki üçü göstermesi için 'ahmet çakarla şansa bak' taki hosteslerden birisiyle anlaş. kim bilir belki de seninle ' geri dönüşü olmayan bir yola girmeye hazırdır' :D ama eminim hepimizin yanında 'babayı al' diyerek göstereceğimiz en az bir adet 'nah' vardır.

'ah benim vefakar yirmilik dişlerim biliyorum geç geldiğiniz yetmiyormuş gibi, erken de terkedeceksiniz beni. en erken, belki de tek terkeden.' içim ürperiyor, 'yapacaklarım var hala' diyorum. daha önce dişlerimin girinti ve çıkıntılarını bu denli yakından görmeyişim acaba buraların çok meşgul oluşundan mıydı? ama ben karnımın guruldaması evresini çoktan geçmiştim.

tükürük çoğu zaman imzanızdır. bunu kabul etmeyebilirsiniz ama tükürmek büyük sanattır. kimse yol ortasına tükürsün demiyoruz belki tamam ama tükürecek arkadaşlar için şehrin belli bölgelerinde tükürme merkezleri kurulabilir mesela. düşünsenize bi 'cafe de tükür' 'tükürelim abi de, personel sorun çıkarmaz di mi?' 'yok abicim sal gitsin'

diş macununu 'lavabo' ya :) tükürürken aklımdan geçenler tam anlamıyla bunlardı. treni yakalayabildim mi acaba?

hmmm, dışarda da yıllara bağlı olmak üzere baş göstermiş çeşitli değişiklikler göze çarpmıyor değil. saçlar; bir yandan dökülen, bir yandan beyazlayan saçlar. yedi yıldır dökülen ama son iki üç ayda beyazlayan saçlar. bazen kirli, bazen daha kirli, daha bazen en kirli sakallar. altı yıldır ortalarda görünmeyen iki adet elmacık kemiği. hep kendini gerilerde mevzilendiren iki adet göz, biraz yorgun, biraz yılgın. gözler saklandıkça yamukluğu ve heybeti daha da net ortaya çıkan bir adet burun. ve kulaklarımda iki üç sene öncesinden bir iç ses:

- musluğu kapat o çocuk

ağzımda bir türküyle kapıyı çarparak çıkınca ben de şöyle haykırdım:

-otuzuma ne kadar diş, ne kadar yaş, ne kadar iş, ne kadar aş, ne kadar eş, ne kadar aşk var uleeeynn. kapatmıyorum

neresini kesip de 'tivit'liyim arkadaş

18 Nisan 2010 Pazar

3 yıl olmuş dedi kardeş

cengiz kardeşim dedi ki demin;
'vay be kardeşim, 3 yıl olmuş, 3 koca yıl'
'sabahsız gecelerimde tükettiğim kahvenin
ve tükettiğim çiçeğin sayısını bilen varsa söylesin'
ben de ona dedim ki; 'cengizim'
'sen hayatının en güzel çiçeğini büyüttün'
'bilesin'

15 Nisan 2010 Perşembe

alternatif ebeveyn diyalogları vol.1

- baba kabız oldum
- iyi bok yedin eşşoğlueşşek
- bok?

- anne sıçamıyorum
- sıçan nasıl sıçıyo evladım?

- baba 3 kilo sıçtım
- daha iyisi olabilirdi evladım

- baba ishal olmuşum paçalardan akıyo
- sizde dar paça var oğlum bizim zamanımızda ispanyol paça vardı

- baba televizyon bozuldu galiba
- psikolojiktir yavrum

- baba kalbim acıyo
- temassızlık vardır koçum

- çok açık sözlüsün baba
- röntgenciliğe mi başladın ulan

- baba açsana bi feysbuk hesabı sen de
- festfut sağlıksız evladım yüksek kolesterol var

- babaanne eskiden bi kuzuyu tek başına yiyen adamlar varmış
- vardı ya oğlum eskiden korostol falan yoktu ki yeni çıkarttılar onu

- ananne deprem olacakmış
- çıplak çıplak geziyolar olur tabi

13 Nisan 2010 Salı

Defol Git Sürtük

haytın ne kadar çok renkten oluştuğunu anlayıp, o cümbüş içinde bir parça olmak için herhangi bir çevresel faktöre ihtiyaç olmadığını geç anlamış olmak can acıtıcı. kimi şeylere veya insanlara bağımlı olarak hayatını idame ettirmek zorunda olduğun hissiyatı içine girdiğin gün aslında o mecburiyetler karşısında dombaldığının farkına var ve dur de. hane gün gelir de içinde bir yerler sağlam bir şekilde titreşmeye başlar, bademciklerin karpuzcuk olur, yutkunmak istersin ama başaramazsın, maddi değeri ile ölçülebilecek bireylere yapmış olduğun onca zahmet aslında yersizmiş dediğin, gözyaşlarının bile tiksinerek içeriye çekildiği o günler(...) elbet ki gelecek demektir sen durumlar karşısında kabuğuna çekilip, bağladığın zaman kendini onlara. içsel dünyanın yaratmış olduğu karmaşayı yok etmek mi istiyorsun? bunun cevabını nah veririm sana. şaka bi yana bu karmaşaların hepsi somut kavramların soyut dünyamızda yaratmış olduğu yersiz sancılar aslında. ne kadar büyütürsen mevzuyu, ne kadar enine boyuna gerersen veya tam tersi ne kadar gömmeye çalışırsan ücra bir köşeye içinde o kadar yara alıp çıkıyorsun, uzun bir süreye yayıyorsun bu sancıları ama acısını azaltmadan. içsel dünyaya bir birey olarak inmeli ve orda ki karmaşanın nedenlerini bir dedektif gibi gözlemleyip, oluşturulan çözümlemeler ile gerçek hayata dönüp saptanmış olan kanserli hücreleri hassasiyetle çözüme ulaştırmalı. hayatınızın içinde en orta yere kaka yapmış her türlü problemi kökten yok etmenin temeli belki de bu. sonuç mu? 4 tabak "shroom" sote yemiş gibi çevreye olan ilgi ve alaka artar, renkler o denli lezzetlidir ki hepsinden birer parça tadmak istersen, kokulara duymuş olduğun özlemi giderirsin. kulağına kulaklığı takıp yürürkene kendini film kareleri içinde kaybolup gitmiş olarak hayal edersin... kısacası sana bahşedilmiş olan bu hayatın ne kadar değerli ve inanılmaz olduğunu ve her yaşadığın anın bir daha asla geri gelmeyeceğini düşünerek yaşamaya başlarsın. evet tam şimdi her kimse, neyse karşında, seni yersiz yere sancılara sokan "dur" de ona "tam olduğun yerde dur etrafın sarıldı nigga!"

12 Nisan 2010 Pazartesi

ruhunu nadasa bırakan adam

şarkıları birbirine ekleyek yaptığı trambolinle yeteri kadar yükselemeyen 'bişey adam' aynı duvara kaçıncı kez çarptığını hatırlayamayacak derecede şuurunu kaybettiğinde, beynindeki son glikoz zerresini kullanarak bir fikir üretmişti. bir normal yol vardı, bir de yolun sonunda bir kapı. o kapıyı denemeliydi artık.

kapı güzel bir icattı. tabiri caizse hücre zarındaki seçici geçirgenliğin kalın duvarlarda hayatını kaybetmiş haliydi. kapı, duvarda bir açık yaratması için tasarlandığı halde ismi kapamak kökünden türemişti. bu tezat en az seçici geçirgenliğin hayatını kaybetmesi kadar tezattı.

ahh bişey adam, eskiden yanmak için pervane gibi cama çarpardı. oysa o kapının önünde, tek kanadı bile olsa duvarı aşmak için kanatlanıp uçabilirdi.

o bahçeye hiç bir zaman giremeyeceğini anlayıp cennetin kapısından u dönüş yapmak zorunda kalınca, bakkalın önündeki 3 5 karış toprağı kendi cennetine çevirmeye ve tam karşısına da küçük bir masa atmaya karar vermişti.

içerde çalan gramafonun her notasında kadehini rengarenk çiçeklerin açtığı bahçesine doğru kaldıracak, kuvvetle muhtemel gözlerinin önüne her yudumda aynı yüz gelecek ama o yine de içindeki nadasa bırakılmış bakir topraklarda kök salmaya çalışan cennet bahçelerini sularcasına dibini görecekti.

pervaneler balkonlara su taşımaya nasıl devam edecekse, 'bişey adam' da yaşamaya ve yaşatmaya öyle devam edecekti. bir çölün ortasında susuzluktan geberse bile o çiçekleri sulayacaktı. çünkü yaşamanın, yaşatmaktan başka kanıtı olamazdı.

durma yolcu okumaya devam et