26 Mayıs 2009 Salı

Şarkı

tüm o kumdan kalelere sahip olamayınca
hepsini tek tek yıkmak istiyordum
sebebini bilmiyordum ama
incitmek istiyordum

belki de ne kadar sevildiğimi
anlamak içindi
oysa ben sevmekle sevilmeyi
eş anlamlı sanıyordum

bu yüzden hiç bir zaman
kimi ne kadar sevdiğimi
kimin beni ne kadar sevdiğini
anlayamamıştım

bu da bir savunma mekanizmasıydı

bunları anlattığım o kız
beni anlıyordu
sana anlatamazdım
beni anlardın

bu hayatta neyi seviyosam
hepsini yavaş yavaş bırakıyordum
sıra 'ne'yde ve ya 'kim'deydi
bilmiyordum

bir asma köprüden sarkarak
denize bakmak gibiydi oysa
gözlerine bakarken
boynunu öpememek

parmaklarım gün geçtikçe güçleniyordu
ama istediğim bu değildi

daha söylenecek çok şarkı vardı

bir de şiir yazmayı becerebilseydim

22 Mayıs 2009 Cuma

"aliço"nun üstüne (çocukça)

sanallaşmış dünyamın sanal bebeklerine bir kaç bişe karalamadan olmaz. sonuçta bugün 23 nisan hep neşeyle doluyor insan. ne güzel demiş piçer "biz silahları b ye basıp almazdık". günden güne gelişen teknolojiyi yanlış anlayan türk halkı (diğer toplumlarda anlatacğım kavramlar pek de oturmadığı için türk halkından örnek vereceğim) eski rutin davranışlarını bir kenara bırakarak tabiri caizse tam manası ile "MALA BAĞLADI".

güç gösterisi haline gelen "körü körüne teknoloji bağımlılığı" içimizde ki sıcaklığı, samimiyeti, sosyal yaşamı ve benzeri 100 lerce kavramı aldı ve tarihin tozlu sayfalarına gömdü.

babamın çocukluk maceralarını dinlerken içine girdiğim o tatlı , huzurlu havayı daha sonralarında kendi yaşamımda bire bir yaşayamasamda büyük bir kısmına ben de sahip oldum. tatil günlerinde rutini bozmayıp sabah erken kalkıp arkadaşlar ile beraber yaşanılan ilginçlikler ardından mahallece oynanan türlü türlü oyunlar... ardından annenin o sinir bozucu sesi "erdinçççççççççççççç!!! yemek hazır eve gel".

oyun oynardık biz hep birlikte, beton bloklar arasına sıkışmamıştık, site duvarları değildi sınırımız, bizim zamanımızda ümraniye sapığı da yoktu olsaydı da mahalleli abiler döverdi onu. biz ki ahmet abi ile büyüdük, rıdvan abinin maceralarını dinleyerek "level" atladık, ümraniye sapığı da kimmiş. sor bakalım zamane çocuklarını kukalısını da geçtim kaçı artık saklambaç oynuyor? tüftüfü bilen kaldı mı aralarında ki, soralım senin ki kaç dürbünlü(nasılda özene bezene yapardık o dürbünleri,kabzasını. külahları bile özel dergilerden yapardık, kuşe kağıttan)? istop vardı; renklisi -renklisi favorimdi bir önceki yazımda geçen merve üzerinden hareket ederdim ben renk aramaya-, renksizi de mevcuttu. stop değil evladım istop! oyunlara has cümlelerimiz dahi vardı "ortada kuyu var yandan geç".
x - oğlum direk üstü gol değil.
y - siktir lan bal gibi de gol
x - aliye soralım(kendisi topun sahipi olur bi nevi kral)
ali - verin lan topu ben gidiyorum yavşaklar.
şimdiki nesil futbol oynamak istediği zaman bilemem kaç çekirdek laptopunu açıp internet üstünden kurmuş olduğu bağlantı ile kozlarını paylaşıyor. piyasada ne ali var ne de direk üstü tabiri.

misketlerimiz vardı rengarenk. kemik 5 likti dobi vardı bi de 100 lükler , mors muydu neydi o tisco topuna benzeyen. gazoz kapakları , tasolar, futbolcu kartları ... bizim nesil "şok" adlı tv programı sayesinde aylar boyu yollardan bitmiş sigara paketi içindeki alüminyum folyo benzeri nalet şeyi topladı.
x - baba bunnardan 1 kilo toplayana 40 milyon veriyorlarmış!
baba - oğlum kimden duyuyorsun bu safsataları?
x - yaa baba bizim bir arkadaşa vermişler.
baba - nereye teslim etmiş topladıklarını.
x - ...

küçük şehirde büyümenin vermiş olduğu avantajı iyi bir şekilde değerlendirenlerdeniz aslında biz. belki wii, ps3 veya xbox oynayarak büyümedik biz, belki msn de garı gız kovalayamadık en heyecanlı çağlarımızda, belki türlü türlü sitelerde saatlerimizi geçirerek ergenlik sivilcelerimize bir yenisini katamadık o blue çağının engellenemez hızıyla, fotoğraf çeken telefonumuz ile "fors" atamadık ama bizimde tesellilerimiz var elbet. başkalarının yaratmış olduğu hayal aleminin içinde belli belirsiz birer nokta olmaktansa, kendi içimde "he-man" olurum. maceracılık oynadın mı lan sen hiç bebe? kömürlükler üzerinde zıplayıp düşman elinden kurtardın mı hiç arkadaşlarını? hey gidi hey aliço yaşlanmışız be olum, baksana madara olduk sümsüklere!!!

12 Mayıs 2009 Salı

Ütopyacıların Harikalar Dünyası

Heyecanları yüzlerinden o kadar belliydi ki...Sınavları bitmiş, final tatiline girmişlerdi, festival zamanıydı şimdi, artık rutinin dışına çıkmak bir opsiyon değildi onlar için, olmalıydı, farklı bir şeyler yapılmalıydı…

Geçtiğimiz yazlardan birinin en hit parçalarından olan keep on rising, telefondan ısrarla ve olabildiğine sinir bozucu tiz bir sesle yükseliyordu öğrenci yurdunun perdeleri çekilmiş, akşamdan kalma kirli çorap, kirli don ve pastırmalı pizza kokan kasvetli odasında. Arka fonda çalan şarkının etkisiyle güneş,deniz ve bikinili kızların ellerinde kokteylleriyle dans ettikleri o harika rüyası bitecek gibi değildi. Gördüğü rüyayı gerçekte yaşamasının imkansızlığı ve şarkıyı kulaklarıyla duyma gerçekliği arasında bilinci afallamıştı. On saatlik bir uykunun birikimi olan kalın çapaklarını yırtarak gözlerini açmayı başardı. Müziğin telefondan, kızların ise bilinçaltından geldiğini öğrenince hem sinirlenmiş hem de meraklanmıştı. Zoraki kalkıp masadan telefonu aldı, arayan Kaan’dı.

-Nerdesin Batuhan bi saattir arıyorum amk ?
-Kanka uyuyodum ya…
-Oha saat 4 ulan ayı herif, gelmicen mi akşam, çözdüm ben olayı.
-(Gayet dinç bir ses tonuyla) Harbi mi diyosun ?! İyimiş kanka, ben akşam sekiz gibi sende olurum o zaman, festivale gidecek miyiz ?
- Sanmıyorum, büyük ihtimalle evde takılırız…Ya sen gel de düşünürüz işte…Gecikme sakın s**mayayım ağzına!
-(Gülerek) Tamm olum gelicem diyorum, hadi görüşürüz bi duş alayım ben de
-Tamam yavru hadi eyvallah.

Gerçekten de çözmüştü olayı, kolay değildi bu işler, riskliydi. O yüzden önemli bir işti herkes için bunun gerçekleşmesi. Akşama kadar Dexter adlı yabancı diziyi izleyip biraz da müzik dinledikten sonra Batuhan’ın gelmesine 15 dk kala emaneti almak için evden çıktı. Caddeye doğru ağır adımlarla kafasını kaldırmadan yürüdü. Hem tanımadığı bir insanla karşılaşacağı için hem de zor bulunan bir şeye kavuşacağı için çok heyecanlıydı ama heyecanını yenmesi gerekliydi, bunu ilk defa yapıyor gibi görünmesi bir dahaki seferde karşı tarafı kurnazlık yapmaya,eksik satmaya meyillendirebilirdi. Telefonda sözleştiği yere varmıştı, bütün sözlerini ve mimiklerini ezberledi, beklemeye koyuldu.

Batuhan, Erşan ve Kaan’ın ev arkadaşı Rasim, evde oturmuş Kaan’ın dönmesini bekliyorlardı . Galatasaray - Fenerbahçe derbisinde çıkan olaylarda hangi futbolcunun suçlu olduğunu tartışıyor ama nihai bir çözüme varamıyorlardı, çığ gibi döndükçe büyüyordu tartışma. Gergin oldukları her hallerinden belli olan bu üç mühendis adayı, bir an önce dördüncünün sağ salim ve yüklü bir şekilde eve dönmesini ve birtakım hazırlıklardan sonra eğlencenin fitilini ateşlemesini istiyorlardı, bunun için çok beklemiş ve hak etmişlerdi…Futbol tartışması bir yandan sürüyordu, Erşan ‘ın Fenerbahçeli futbolcu Lugano’ya küfretmeye başlamasıyla zilin çalması bir oldu, Lugano şanslıydı... “Kim o ?” sorusuna cevaben megafondan gelen boğuk ses herkesin içini rahatlatmıştı ; “benim amk Kaan açın hadi!”.

Asansörle yukarı çıkarken klasik tribine girmişti Kaan, hoşlanmıyordu sabit bir hızla bir yerden bir yere gitmeyi, hızlanmalıydı asansör, sonra gerekirse tekrar yavaşlardı. Aynı hızla gitmemeliydi hayatta hiçbir şey, ona göre değildi…Türlü sapkın düşünceler ve yer altı edebiyatından bildiği birkaç naif cümle ve küfrü aynaya bakarak söyledi kendine, saçmalamalıydı, yoksa yol bitmeyecekti.

İçeri Kaan’ın odasına geçtiler. Laptoptan çalan hepsinin çok sevdiği bir grup olan Ezginin Günlüğü’nün bir şarkısı, yüksek kaldırımdı. Yüksek kaldırım... Aklı takılmıştı Kaan’ın bu isme, yüksekten uçmak, kaldırıma çıkmak, yüksek kaldırım mühendisliği... Yaptıkları işin yanlışlığından bahsederek tribe sokmak istemiyordu kimseyi, yaptıkları doğru bir şey değildi, bunu hepsi çok iyi biliyordu zaten. Tek dertleri hayat denilen nehrin kayığından canı istediklerinde inebilmek, tertemiz, masmavi okyanuslara açılmaktı. Biraz dolaşıp geri gelecekti hepsi, özlerlerdi zaten…

Rasim elinde soğuk biralarla ve ağzında yeni yaktığı sigarasıyla içeri geldi, sarı sakalları yüzünü kaplamıştı iyice. Sakal yakışıyordu ona, mavi gözlerini koyultuyor, daha derin, daha olgun bakıyordu sanki hayata o sakallarla. Erşan ve Batuhan Rasim’e bakıp güldüler. “Tipini s*ktimin yavşağı, kocan Lugano nerde onu da çağırsaydın beraber takılsaydık” dedi Erşan. “Kocam şu anda ananla meşgul” diye cevap verdi Rasim de. Başkasının kaldıramayacağı, kavgada bile söylenmeyecek sözlerle birbirlerine takılıp gülmeleri tuhaf bir şey gibi gelebilirdi ama onlar bunu aşmıştı, kardeş gibi sevilirdi herkes dost meclisinde ve kimsenin birbirini kırmak için bu lafları etmediği bilinirdi. Birbirlerinin analarına küfredip gülmek, bir bakıma ne kadar sağlam dost olduklarının kanıtıydı kendileri için. Belki biraz yavşaktılar ama hepsi iyi ailelerin hayırlı evlatlarıydılar… Biralar açıldıktan sonra muhabbet de yavaş yavaş rotasına girmeye başlamıştı...Yarım saatlik güncel haber, olay ve gelişmeleri içeren sudan muhabbetin ardından zil çalmıştı yine, beklenen misafir olma olasılığı yüksek olduğundan neşeyle “Kim o ?” dendi. Megafondan gelen ses kendinden emin ve gayet berraktı : “Anaaaannn!”. Gelen kişi, Egemen’di.

Egemen, Sakarya’da kontrol mühendisliği okuyordu, işi zordu, okulu da uzamıştı zaten. İçinde bulunduğu ortamın sahteliğinden söz ediyordu canı her sıkıldığında. Anlattıklarına bakılırsa gerçekten de yalan karakterlerle doluydu çevresi, hepsinden nefret ediyordu. Duyduğu bu nefret her geçen gün tayfadaki gerçek dostlarıyla daha sıkı bağlıyordu hayata kendisini. Eskisi kadar sık görüşemeseler de eskisinden daha sıkıydı aralarındaki bağ ve kardeşlik. Onca yolu hiç üşenmemiş kalkıp gelmişti, harika bir muhabbet eşliğinde muhteşem bir gece olacaktı. Festivale de gidemeyeceklerdi elbette, daha mı önemliydi sanki.

Artık Egemen de geldiğine göre kadro tamamdı. Olaya girmenin zamanı gelmişti… Batuhan kağıtları ve çizelgeyi, Erşan da küllükleri hazırlayıp yer minderlerini kabartı, malum rahata takmak lazımdı, sızıp kalırlarsa diye evin tek ayık ve bu işlerle hiç ilgisi olmayan bireyi Serdar’ı uyardılar. Bütün hazırlıklar tamamdı, uçuşa geçmenin vakti gelmişti. Playlistte Michael Jackson, Ricky Martin, Backstreet Boys, Burak Kut,Tarkan,Haluk Levent, MC Hammer, Cartel,Tayfun, Hakan Peker ve bunun gibi nice ismin doksanlarda çıkardıkları albümlerden parçalar doluydu. Egemen winamp’ın play tusuna basmamak için kendini zor tutuyordu. Herkes bileğine Casio F-91W Water Resist saatini takmış, üstüne de göğsü açık gömlek-kravat şekli yapmıştı bile, bu bir ayindi resmen, her şey mükemmel olmalıydı. Kaan çantasının içinden çıkardığı ufak kavanozu masaya koydu…

Herkes masanın etrafına toplanmış, kavanozun içindeki bu harikulade, değerli ince yeşil şeritleri görmek için sabırsızlanıyordu…Ve o an gelmişti…Kaan çok kibar bir şekilde elini kavanozun içine sokarak jelatine sarılı ince yeşil Futbolcu Kartlarını çıkardı ve herkese eşit olarak dağıttı...Egemenin heyecandan nefesi kesilmişti resmen, Zidane ve Hakan Şükür ondaydı çünkü, çok değerli kartlardı. Turnuva lig usulü yapılacaktı, gece uzundu ve zaten kimse de gecenin bitmesini istemiyordu…Livin da Vida Loca ve ikinci biralar eşliğinde başlayan maçlar, sabahın ilk saatlerine kadar üte üte devam edecekti… Birinci gelen bütün kartların sahibi olacaktı, bu büyük bir onurdu…

Beş kankimon yine kafa kafaya vermiş dalgalarına bakıyorlar, hayatın o pis ve entrika dolu çirkin yüzünden birbirlerine saçtıkları ışıkla aydınlanmaya çalışıyorlardı. Bunu abartırlarsa normal hayatlarının sekteye uğrayacağını, derslerinin kötüleşeceğini ve ailelerinden işitecekleri azarı biliyorlardı. Hepsi bu tecrübeyi daha ilkokul sıralarında almıştı, bu kartlar yüzünden evde babadan, okulda hocadan ayrı dayak yemişlerdi...

Gençtiler, yaşayarak öğrenecekleri daha çok şey vardı…

Kalender hayatlarını, yine hayata sarıyorlardı…

12.05.09 / 02:34

sıcak temas


bugünkü ürünümüz ünlü prezervatif markalarından biri olan O.K. in tasarlamış olduğu bir model.
O.K. den yepyeni bir süpriz "sıcak temas".
denediniz mi? cevap tabii ki hayır. kardeşim azıcık duyarlı olun yahu. adamlar özel bir krem tasarlamışlar, sürülen bölgeyi vücut ısısının 3-4 derece (santigrat) üstüne çıkartıyormuş.

şimdi ürünümüzün kullanım bölgelerine inceden değinmeden geçemicem.
- kışın ayazda kumaş pantolon arasından soğuk yemekten bıktınız mı? takın bereyi öle çıkın işte. hem hijyenik hem sıcak off misss. ayrıca bi de üstüne ben fordçuyum bazen tutamıyorum diyorsanız. bu ürün tam sizlik "artık tutmayın".
- ellerim ve dudaklarım soğuktan çatlıyor mu diyorsunuz. tık die kes paketini çıkart ohhhh on numara krem de var. hem soğuğu engelemmiş oluoyorsun hem de kremi ile ellerini yumuşatıyorsun.
- çiğnemiş olduğum sakızı daha sonra tekrar çiğnemek istiyorum fekat herhangi bir yere bırakınca taş gibi oluyor diyorsanız. hemen en yakın eczaneden alın bir kutu "sıcak temas". hem mikroptan korusun hem de ilk günkü yumuşaklığını korusun.
- hacım bana kremi lazım, 29 yıldır kendisini bilindik amacı ile kullanmak nasip olmadı. şimdi onu alayım kremini elime süreyim de kendisini ne yapayım diye mi soruyorsunuz. verin mahalledeki veletlere şişirsin oynasın keratalar.

yan etkileri : yakar(too hot!).

insan aklına da şöyle bir soru gelmiyor değil yane. şimdi maddi sıkıntı yaşayan ve cahilliği ile parmak ısrtan bir abimiz çıkarda şunu derse ne olucak : "lan geçen hanımla iki fantazik yapalım dedik karıyı hastanelik ettik. bu O.K. yeni bi şekil yapmış ne var ben daha iyisini yaparım dedim hanımın vajinasına bastım pul biberi, kara biberi bi iki tane de arnavut biberi attım o şekilde yapmaya çalıştım. oğlum yengeniz bir anda yamuldu. hayır ben de günlerdir sünnetli piçler gibiyim. çok yanıyor üflesene be abisi!!"

11 Mayıs 2009 Pazartesi

boktan bir muhabbet

-yokluğunu hissettiriyosun soul.almighty-

edebiyat dediğin şey koskocaman bir boktur. insanın içinden gelir, kimse zorla bir şeyler yazdıramaz insana. bu açıdan yanlış bir tespit olduğunu sanmıyorum. mağzur görün. ve her bok gibi sıcak olanı makbuldur.

ne diyoduk? hee evet bok diyoduk. insanî ihtiyaçlar açısından da bok veya çiş gibidir. insan bi kere alıştı mı yazmaya kimse engel olamaz. ishal olmak da makbul değildir ama geldi mi de tutmuycaksın kardeşim. salıcaksın gidicek. maazallah fazla tutarsan kabız olursun bi daha hiç bir şey yazamazsın. benim gibi blog ishali olunca kötü yazıların için bahanen olur en azından; iyi insanın içinde kötü şey durmazmış diye.

büyük şair hasan hüseyin korkmazgil kendisinin aşk şiiri yazamayacağı söylendiğinde 'aşk şiiri' diye bir şiir yazmıştır ve orda şöyle bir şey geçer:
'sen aşk şiiri yazamazsın
hasan hüseyin
çünkü sen
gagasından tutup kuşu
öt kuşum
öt kuşum
demiyorsun
çünkü sen
yedirip çiçekleri ineğe
koklayıp gerisini ineğin
kok çiçeğim
kok çiçeğim
demiyorsun

öpüşmek başka şeydir
yiğidim
öpüşmeyi düşünmek başka
sevişmek başka şeydir
güzelim
sevişmeyi düşünmek başka'

aslında en güzel aşk şiirlerinden birini böylece yazan hasan hüseyin de aynı şeyden bahsetmiyor mu?

ölümü düşünmek başka şeydir dostlar ölmek başka. daha ölmedik burdayız kokmayın. sadece kötü kokan bişeyler karaladım o kadar.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

hoşçakalın

insanız elbette hata yaparız. ama hatalardan başka bir şey yapmayan benim gibi insanlara tek bir öğüdüm var o da şudur: hatalarınızı kafanızdan atın. zaten onlar bir şekilde sizin karşınıza çıkacaklar.

şöyle bir arkama bakıyorum da kendi hayatımı mahvettiğim hatalarımı saymazsam eğer herahalde en büyük hataları hep en yakınımdaki kişilere yapmışım. artık en yakınımda saydığım kişiler bile birer birer çıkıyorlar içimden. kendi isteklerinle mi çıkıyorlar, ben mi çıkartıyorum yoksa zaman mı bizi buralara sürükledi bilmiyorum. aslında bilmek de istemiyorum. bildiğim bir şey varsa o da git gide insanlardan daha çok nefret etmeye başladığımdır. bununla beraber kendime olan sevgim artmıyor. aksine en çok kendimden nefret ediyorum.

insanlar ne kadar ucuz hesapların peşindeler. o kadar küçük şeylerin kulislerini yapıyorlar ki bir görebilseler gerçeği kendilerinden utanırlar. tabi kendilerini tanıyabildilerse geçerli bu varsayım. insanlardan kendimi çektikçe mi daha asosyal oldum yoksa asosyal oldukça mı kendimi daha çok çektim bu paradoksa cevap verebilecek kadar değerli olduğumu sanmıyorum gözlerinde.

dedim ya hataların en büyüğünü ben yaptım. hepiniz haklıydınız. bir ben haksızdım. yürüyün bu alemde egolarınızı en kral şekilde tatmin edin. ama içinizdeki insanı da arada hatırlayın. ben artık yokum dostlar. benim artık bu dünyadan hiç bir beklentim yok. sizinle ego yarışına girecek kadar küçülememe de sebep olarak gururu değil 'bel' ağrılarımı gösterebilirim ancak.

'sürekli artan bir yoğunlukla' bazen düşünüyorum. pişmanlıklarım sebebiyle çektiğim 'offf' larla yelkenimi doldurup, gün batımına doğru demir alsam. bileklerimden akan göz yaşlarımla bütün bu deryayı sımsıcak bir yuvaya dönüştürüp bir küvette uyuyakalsam. hanginizi hatırlayacağım, hanginiz beni hatırlayacaksınız?

hayatına girdiğim herkesten özür dilerim.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

umut denen şey

umut denen şey nası bişey hacım ya? insanı nasıl yaşatan bir şeydir o? çalmayan telefona defalarca baktırır. kapıların açılmasını nasıl bekler insan. ama güzeldir be hacı. mesela kafasında yazacak hiç birşeyi olmayan bir adama bile güzel bir yazı yazacağını sandırır.

illa ki bir somutlaştırma yapılacaksa, bu en soyut olan olmalıdır. umut bu yüzden aslında şiirdir. en sevdiğin şarkıları playliste atınca parmaklarının ucundan dökülen kelimelerin ona layık olacağını düşündüren o histir umut.

hep aynı hataları tekrar etmek nasıl güzel bir nakarattır. clapton tellerde gezinirken aklına gelen o gözler aslında hiç bir zaman yazamayacağın kadar güzel bir şiirdir. zaten umut sana o gözleri getirendir. o gözlerin kendisidir. o gözlerin de seni düşünüyo olabilme ihtimalidir. 'yoksa neden aklıma gelsin o gözler?' diyerek hep iyi tarafından baktıran bir garip kimyadır umut. bu yüzden paylaşılması en zorunlu duygudur.

kafam değil, hayat güzel. gözler güzel. güzel gözler daha güzel. ama en güzeli anlamlı bakan gözler.

zaten o gözlere anlam yükleyebilen bir bakıştır umut.

durma yolcu okumaya devam et